İçinde bulunduğum ortamı size nasıl anlatsam bilmiyorum. Renk kartelâsında henüz kodlanmamış çok güzel bir lacivertin giderek maviye, sonrasında turkuaza dönüştüğü bir ortamda güneşin yedi renginden oluşan bedenleriyle dans ediyorlar. Birbirleri için ve birbirlerini var ederek… Yine de dans kelimesinin bu hareketli görüntüyü tanımlamak için hayli yetersiz kaldığını söylemeliyim. Bu ortamla bütünleşen renkli bedenlerin dans ederlerken yarattıkları güzelliği ve estetiği sözcüklerle anlatabilmem de mümkün değil. Sanki bir flamingonun kışkırtıcı zarifliğini, göç yolundaki kırlangıçların süzülüşünü, nilüfer yaprağına konan kelebeğin inceliğini, parmaklar arasından kayan ipeğin yumuşaklığını taşıyorlar. Ancak hepsi bu kadar da değil. Şimdi onlar, varlığı ancak ruhlarda duyumsanan sessiz ezgilerin eşliğinde, bir bütünün iki parçası gibiler. Adeta ruhlarıyla dans ediyorlar; ruhlarının bütünlüğü bedenlerine yansımış, ikisi bir bütünde eriyor. Her ikisi de verici, verirken alıyorlar da; ruhlarını birbirlerine akıtıyorlar. Ön yargıları yok, birbirlerini yoklama, uyum sağlama ve belli bir mesafeyi korumak gibi kaygıları da yok danslarında. Ne bellerini ya da omuzları saran kolları, ne de figür yapan ayakları var. Cinsiyetin ön plana çıktığı, kural ve kaidelerin erkeğin baskın gücüne göre şekillendiği, kadının yönetiminin erkeğe bırakıldığı bir dans türü değil bu.

Onlar önce, lacivert sonsuzluğu anımsatan piste her biri bir yerden gönüllerince giriyorlar; sonrasında kendi etraflarında döne döne, süzülerek ilerliyorlar. Kafkas gelinleri gibi.  Birbirlerine yaklaştıkça renkten renge bürünüyorlar; eteklerinde güneşin yedi rengi. Durup seyrediyorlar birbirlerini uzun uzun… Ardından etrafında dönüyorlar birbirlerinin. İçinde bulundukları ruh durumlarına göre, bütün renklerde buluşuyorlar; bazen yeşilde morda, bazen sarıda turuncuda, bazen de gün ışığı gibi bir duruluğun içinde. Mutlak bir cinsiyetleri yok gibi. O anki ruh durumlarına göre hem erkek, hem dişi olabiliyorlar. Renk değiştirmelerinden anlıyorum bunu. Renk dillerini çözemiyorum ama her rengin bir dili, bir ruh hali olduğunu sezinliyorum. Acaba renk dilleri bizimki gibi mi? Kırmızı aşk, beyaz masumiyet, sarı ihanet, mor asalet, turuncu heyecan, mavi özgürlük mü? Bilemiyorum ama sıcak renklerde daha hareketli ve boyutlular, soğuk renklerde ise sakinleşip küçülüyorlar. En güzel halleri de o lacivert sonsuzlukta, gün ışığını andıran bir renge bürünmeleri. Güneş gibi. Böyle anlarda bel kısımlarındaki boğum yok oluyor, tek bir ışık küresi oluveriyorlar. Görünüşleri de ruh durumlarına göre şekilden şekle giriyor sanki. Bedenleri bazen sekiz rakamını, bazen altın orana sahip güzel bir elipsi andırıyor. Birbirlerinde eridikleri zamanlarda ise ateşten tek bir küre oluveriyorlar. Çift, bu anlarda tekilleşiyor adeta; iki, tek oluveriyor! Sonrasında ayrılıp uzaklaşıyorlar birbirlerinden. Bu anlarda ayrılığı ve yalnızlığı yaşıyor gibi her biri. Bulundukları yerde, kendi etraflarında dönerek renkten renge girip birbirlerine mesaj gönderiyorlar: Renklerle haberleşiyorlar sanki. Sonra, yeniden birlikte oluyorlar hiç ayrılmamışcasına. Buluşmaları öylesine heyecan verici ve düşündürücü ki, severken sevmeyi, sevilirken sevilmeyi ve yaşamımız boyunca da sevgiyi bilemediğimizi düşünüyorum.

Bir hayal dünyasında mıyım? Hayır, hayır, değil; rüya da değil bütün bunlar. Bir renk, bir ışık oyunu, bir sanrı mı? Belki de bunların hepsi ve ötesi… Menevişli gözleri çağrıştıran bu lacivert ortam, yaprakları arasında rüzgâr dolaşan ağaçların, rengârenk çiçeklerin sudaki yansımalarını andırıyor. Ancak ortada ne bir ağaç, ne de bir çiçek var. Bu ortam ne katı, ne sıvı, ne de gaz. Bir ışık da değil üstelik. Belki tüm bunların ötesinde farklı bir varoluş biçimi, bilemiyorum… Ama aşkla dolu büyülü bir dünya olduğu aşikâr.

Bir an “Cemil Bey, siz girmiyor musunuz? Bakın aldığımız toplar ne güzel renklendirdi havuzu” diyen hanımın sesiyle irkiliyorum. Uzandığım yerden doğrularak: “Ben de deminden beri onları seyrediyorum” demekle yetiniyorum.