Gözlerini deviriyor henüz oturduğu yerinden kalkarken… Niye binmişti ki bu vagona?! Ve o ihtiyar onu niye görmüştü?! Allahım, neden hep böyle oluyor?! Yaşlı bir kadın bastonuna dayanarak vagona adımını atıyor ve gözleri gözleriyle buluşuyordu… Bıkmıştı bu yaşlılardan. Bıkmıştı yer vermekten. Ne kadar yorgun bir bedeni sürüklediğinden haberi var mıydı acaba bu bunakların?! Kim salıyordu bunları sokaklara?! Kim izin veriyordu evlerinden sarkak sarkak adımlarla çıkmalarına?! Bastonlu mastonlu… Ne kadar da çoktular! Otobüslerde, metrolarda, metrobüslerde titrek titrek yerlerini alıyorlardı, kendi gibi yorgunları yerlerinden ederek. Haram olmuştu bu şehirde bunların yüzünden bir yerden bir yere giderken oturmak. Zaten sürekli diyette… Gıdım gıdım yemekten, yudum yudum içmekten dizleri titriyordu. Bir de sırtındaki bu kitap dolu çanta… Allahım ne kadar ağırdı hayat. Vagonun ekranında birbirlerine pati atan kedilerin tüy gibi uçuşan, kaygısız – tasasız görüntülerine baktı bir süre. Çanta daha da ağırlaştı omuzlarında. Şimdi oturduğu yerde telefonunda sayı yapmak vardı açlığını, dizlerinin titremesini, fizikçinin havasını, yarınki tarih sınavını falan unutturan. Yer verdiği kırış kırış bunak kitap okuyordu iyi mi! Hay Allahım, elin değmişken şu benim integralleri de çözüverseydin diye geçirdi içinden hırsla kafasını diğer yana çevirirken. Gözlüklerinin sapından uzanan iplerde boncuklar diziliydi bir de. Hayat onu sinir edecek tuzaklarla dolu bir araziydi sanki. Avcıyken her seferinde av oluyordu ve ekranda ışıltılarla yanıp sönen “game over”! Hass… Elbette tamamlayamadı sözcüğü. Bunca kalabalığın ve gürültünün arasında elindeki kitaba dalıp gitmiş titrek ve bunak karının ışıl ışıl yüzü, (kesin sağır da olmalıydı) bu Allahın belası metroda da ona “game over” duygusunu yaşatmıştı ya… Helal olsundu hayata… Helal olsundu “senden adam olmaz” diyen babasına. Ama en çok da kendini yerinden eden şu titrek, süslü bunağa.

 

Her yeni durakta nüfusu artan metro yavaşlayarak ışıl ışıl bir istasyonda durdu. Kapılar açıldı, binenler inenlerin yerini aldı… Çetin’in gözleri büfedeki böreklerle buluştu kapılar kapanmadan. Şeytan in diyordu Çetin’e, in ve şu dumanı tüten böreklere gömül. Kapılar kapanmıştı kapanmasına da, Çetin gözlerini kapadı, kendini perondaki büfenin önünde buldu. Dumanı üstünde börekler ellerindeydi işte… Plastik tabağın içinde baştan çıkaran kokusuyla Çetin’in tüm dertlerini bir kalemde silecek börekler… Perondaki banka oturdu, börek kokusuyla tüy gibi hafifleyen çantasını omuzlarından sıyırdı, plastik çatalı eline almıştı ki…. Merve iniyordu merdivenlerden, tabii yanında da kazulet Sinan… Ne anlatıyorsa artık kulağına yapışmış… Merve’nin ağzı kulaklarında, bembeyaz dişleri bütün güzelliğiyle ortada uçuş uçuş süzülüyordu merdivenlerde. Dünya yine yıkıldı Çetin’in başına; üstelik elinde bir tabak dolusu su böreği varken. Ve henüz ağzına bir lokma bile koymamışken. Yerinden fırladığı gibi börek tabağını çöpe attı. Yutkundu, çantasını telaşla omuzuna atarken. Tüy dikmişti gününe kazuleti Merve’nin yanında görmek… Neredeyse sarmaş dolaş. Merve ve kazulete görünmeden sıvışmanın bir yolunu bulmalıydı ki, Merve’yle göz göze geldiler. Merve el salladı merdivenin son basamaklarında… Kazulet de Merve’nin kulağına fısıldamayı bırakıp Çetin’e “vay kanka” diye seslendi… Nereden kankası oluyorsa Çetin! Mahcup gülümsemeye çalıştı yarım yamalak. Kalbi yine bin beş yüz atıyordu Merve’nin karşısında…

-Hello ya Çetin!

-Hello olsun.

-Nereye böyle?

-Hiiiiiçç eve!

-Gelmiyor musun partiye?

-..

-Oyun bozanlık yapmasana…

-Yok valla Merve… Biliyorsun işte… Tarih…

-Boş ver yahu!

-Nasıl boş vereyim? Üşenmemiş, anneme mail göndermiş adam.

-Hadi ya!

-Taktı bana. Neden taktı bilmiyorum ama taktı!

-Fenaymış be kanka…

-Fena valla.

-Herkes Senemlerde olacak ama…

-Napıyim!? Benimkiler tepemde. Gelemem ben.

 

Artık daha fazla dayanamadı, açtı gözlerini Çetin. Vagon bütün uğultusuyla üstüne çöktü. Tıpkı aydınlık peronda olduğu gibi. Kediler hâlâ birbirlerine pati atarak yuvarlanıyordu mavi halının üstünde.