Yine iple çekti o sabahı.  Onu gördü göreli, gözleri uyusa da beyni uyutmuyor: “Yaz, hadi yaz!” diyordu sürekli, o da yazmıştı nihayet…

“Keşke hiç gece olmasa!”

“Efendim!”

“Keşke diyorum, hiç gece olmasa!”

“Nasıl olacak ki!”

“Aynen dediğim gibi, hep gündüz, işte!”

“Yok ya! Nasıl göreceğim ben seni o zaman doya doya a benim canım? Hem bütün gün çalış. Ne o öyle? Canımız çıkar ayol! Yoksa sen? Ha, şimdi anladım, bıktın benden!”

“Aman anne ya, sabah sabah istimin üstünde yine. Hem bıksam ne yazar ki?”

“Bak sen! Özrü kabahatinden büyük!”

“O da doğru ya!”

“Ozaaan, gelirsem yanına! Aman canım, ne gelecekmişim?  İstenmediğim yerde durmam ben. Gidiyorum işte!”

“Tamam anne ya, kestin yine rolleri!”

“Hah, zeytinyağı gibi üste çık bir de! A benim dürbün gözlü oğlum, nazım sana geçiyor, iki şaka yapayım da neşemizi bulalım istedim. Çok mu? Sonra gün boyu, geç o bandın başına, kamera zaten ensende, tuvalet bile sırayla. Neyse, hadi bana müsaade, otobüs kaçmasın. Var mı bir isteğin?”

“Evde zarf var mı?”

“Var yavrum, vitrinde, ikinci çekmecede. Alırsın, di mi?”

“Alırım, alırım, merak etme. Hadi sana iyi çalışmalar!”

“Canım benim, ağzına sağlık. Dikkat et kendine, yapışıp kalma yine o cama! Havalar soğudu, doğramalar malum!”

“Tamam anne ya, tamam!”

Yalnızdı yine, gözünü açtığından beri değişmeyen o evde, evlerinde. Seviyordu aslında orayı. Kendilerine ait o küçük, iki kişilik dünyayı. Lakin günler geçip de büyüdükçe, büyümeyen dünyasında sıkılmaya başlamıştı. Yapışıp kalma o cama diyordu annesi de o cam yaşam pınarıydı, hayat oradan akıp geliyordu ayağına… Sevmiyordu öyle kameraların çektiği televizyon programlarını. Hayatı pencereden de olsa görmeliydi canlı canlı… Sokağını, evleri, kuşları, bakkalı… Ve artık bir de onu… Umutsuz yaşanır mıydı? Belki de can gelirdi bacaklarına…

Annesinin bütün dünyasıydı, hatta varlık sebebi… Büyüdükçe sıkıldığını anlıyordu annesi, lakin çaresi yoktu. Çocuk felci denen illet bitirmişti yavrusunun belden aşağısını. Yarım bir hayata mahkûm etmişti hem onu, hem kendisini. Üzülmekle bir yere varamayacağını, üzüldükçe aklının nasıl da tutulduğunu anlamıştı. İçine gömdü acısını, onları terk eden kocasını. Çalıştı çabaladı, küçük bir dünya kurdu kendilerine. Oğluna bacakları tutmasa da yaşama tutunmayı öğretti. Son doğum gününde aldığı hediye, yeni bir yaşam bağı olmuş, bezginliğini dağıtmıştı Ozan’ın sanki.

Annesi kapıdan çıkar çıkmaz hemen cama yöneldi. Dürbünü gözlerine dayadı, kamera gibi taramaya başladı etrafı, onu aradı. Yoktu kaç günlerdir! Göremiyordu o güzel başı, derin bakan bakışları. Canı sıkıldı, zaten sıkkındı. Onu görünce nasıl da değişiyordu dünyası.

Yaklaşık bir ay vardı, ilk heves, dürbünle sağa, sola, yere, göğe, uçan kuşlara, kızaran, sararıp düşen yapraklara, her şeye ama her şeye sanki içine çekermişçesine bakarken bir gün onu keşfetmişti, Hasan Bakkal’ın önünde… Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpmaya başlamıştı. Nasıl da güzeldi. İncecik bir boyun üzerinde sarı saçlarla çevrili masum bir yüz ile bir çift mavi göz. O kadar ince ve narindi ki başı, zor taşıyormuş gibi hep yana eğikti. O da benim gibi boynu bükük anlaşılan diye düşünmüştü.

Kaç yaşındaydı acaba? Olsa olsa benim kadar, bilemedin 15-16’dır diye geçmişti içinden. Onu kaybetmemek için bakkaldan çıkana kadar gözünü ayırmamıştı kapıdan. Meraktan içi içini yiyordu. Nerede oturuyordu acaba? Takip edebilirim inşallah diye tasalanıyordu. Nihayet ince narin bedeni ile gözükmüştü elinde siyah naylon poşetle. Yokuştan yukarı yürüyüp son sol apartmanın kapısında kaybolmuştu. Hasan Bakkal evlerinin tam ortasıydı. Biri bir yokuşun başında, diğeri de öbürünün. İyi de hangisiydi evleri? Dikkatle bütün pencereleri gezinmiş bir şey görememişti. Canı sıkılmıştı yine. Tam uzaklaşacakken gözü birden çatı katına takılmıştı. İşte oradaydı. Terasta oturan atletli adama poşeti uzatıyordu. Adam, ağzında sigarası, sert hareketlerle kıza bir şeyler söylemişti.

Adı neydi acaba? O kadar ince ve narindi ki tıpkı bir ceylan gibi. “Evet” demişti, “evet, Ceylan olmalı, olsundu yani adı…” Heyecanla “Ozan ile Ceylan” masal ismi gibi derken gülümsüyordu. Hayatına bir renk gelmişti.

Ağır dürbünü havada tutmaktan kolları düştü. Uzun süre beklemesine rağmen Ceylan görünmedi. Dürbünü bırakarak soluklandı. Hadi bakalım kara şimşek sabah enerjimizi alalım yoksa bu kollar kalkmaz artık diyerek iskemlesini annesinin hazır bıraktığı masaya sürdü. Camdan ayrılmak istemiyordu. “Niye bu masayı cama dayamıyoruz ki? Nasıl olsa iki kişiyiz. Hem yemek yer hem Ceylanı kollarım. Aman dikkatli ol oğlum, millet fark edip de röntgenci demesin sakın. Zaten adı dedikodulu mahalle!”

Aklı fikri Ceylan’daydı. Epeydir gözlediği çatı katında Ceylan’dan başka otuzlu yaşlarında bir kadın daha vardı. Okula giderken sabahları onunla evden çıkıyor, öğle sonrası dönüyordu. Atletli adam hep evdeydi. Olsa olsa 3-5 yaşlarında, biri kız, diğeri erkek, iki küçük çocuk görünüyordu ortalıkta. Adam onlara bakıyordu, nasıl bakmaksa? Ceylan gelince çocuklar çok seviniyordu, adam da ama onunki bi’ farklıydı. Adam yaklaştıkça avcısından kaçan ürkek ceylan gibi uzaklaşmaya çalışıyordu. Bükük boynu ta ki akşam diğer kadın gelene kadar daha da bükülüyordu.

Son zamanlarda yüzü hiç gülmez olmuş, zayıflamış, rengi iyice kaçmıştı. Beyaza kesmiş yüzünde mavi gözleri büyüdükçe büyümüş, gözbebekleri avcısından kaçan avınkiler gibi irileşmişti. Bir keresinde ağlarken yakaladı onu, ağlamak da denmezdi ya, sabit bakıyordu terastan aşağıya. Akan yaşları fark etmiyordu bile. Gözlerindeki derin korku, hayret ve hüznü en kötüsü de çaresizliği yıkayıp atmak istiyordu belki de.

Onu öyle gördükçe Ozan da eriyordu ama ne yapabilirdi ki bu haliyle. “Yaz!” diyordu içinden bir ses. Tamam da neyi, kime, nasıl yazacak, hadi yazdı diyelim nasıl verecekti bu camın ardından. Birden Hasan Bakkal geldi aklına. Evet, bu iyi bir fikir olabilirdi. Siparişi getiren çıraktan rica etse, olurdu herhalde! Ya herkese söylerse diye korktu birden. Yapacak bir şey yoktu. Güvenmek zorundaydı. Hem o da gençti, anlardı halden, biraz da para sıkıştırırdı. Oldu bu iş diye sevindi. Ama ne yazacaktı ki? İşin en zor yanına gelmişti sıra. Merhaba diye başlarken, elleri titriyordu. Günlerce uğraştı o mektupla. Bir türlü beğenmiyor, yazıp yırtıyor, yeniden yazıyordu. Nihayet bitmişti mektup. Zarf da tamamdı. Bir de çırağı ayarladım mı oldu bu iş dedi, ama Ceylan yoktu ki ortalıklarda.

Birden, kahvaltısını yarım bırakıp telaşla cama yöneldi, sanki bir şey onu cama doğru itmişti. Dürbünü gözlerine dayadı. “Hayır, olamaz, ne yapıyorsun orada?” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu, sanki bir an duydu da ona baktı Ceylan. Hafifçe gülümsüyordu. Çaresizliğine çare bulmuş, huzura kavuşmuş bir ifade vardı yüzünde, gözlerinde. Sonra aniden kendini boşluğa bıraktı, bir sonbahar yaprağı gibi süzüle süzüle indi aşağıya. Kaderine razı olmamış, boyun eğmemişti avcısına.

⋆ ⋆ ⋆ ⋆

“Hu, hu! Ben geldim…”

“—–”

“Geldim diyorum ayol; kimse yok mu?”

“—–”