-Anane senin niye çeyiz sandığın yok? Geçen yıl köye gidince babaanneminkini görmüştüm ama seninkini hiç görmedim? Yoksa ben doğmadan attınız mı?

-Off kuzucum, şimdi yaralarımı kanatacaksın. Bu çok uzun bir hikâye güzel kızım, dinlemek istersen çok detaylara girmeden anlatayım. Detaylarda ne acılar ne ağlamalar var, benim de yüreğim kaldırmaz.

-Eveeet çok isterim ama senin üzülmene de dayanamam.

-Ben çooktan alıştım be yavrum.İkinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü yıllarda evin ikinci çocuğu olarak doğmuşum babam askerdeyken. O yıllarda uzun askerlik yapıyormuş delikanlılar. Köylerde yokluk yoksulluk had safhada. Babamın dört yıllık askerliğinden dönüşünü hatırlıyorum. O zamana kadar hiç görmediğim bir yabancıya ilk kez ‘baba’ dedim dört yaşındayken. Çocukluğumdan hatırladığım tek sahne bu. Başka hiçbir şey yok ama bu sahne bütün ömrüm boyunca hep canlı kaldı bende.  Amcalarım sağ olsun her türlü ihtiyaçlarımızı karşılıyor beni de çocuklarından ayırmıyorlarmış ama etrafımdaki çocuklar baba diyerek koşup sarıldıklarında, ya da babaları başlarını okşadığında boynumu büküp üzüldüğümü anlatırdı hep annem.  Benden sonra dört kardeşim daha oldu. Bu arada ben de büyüyordum. Sekiz yaşındayken, annem tarlaya çalışmaya gittiğinde, kardeşlerime bakıyor, yemek pişiriyordum ninemin kontrolünde. Bu arada babamın yeni gurbetliği başladı ve bizden ayrılıp İstanbul’a çalışmaya gitti. Senede en fazla iki ay görüyorduk babamızı. Koyunlarımızın, ineklerimizin sayısı artıyor, Kapalı Çarşı’dan gelen kumaşlardan elbiselerimiz oluyordu ama hasret yakamızdan hiç düşmüyordu. Zaman hızla geçiyordu. Ben on dört yaşındayken kuzenim dedenin kız kardeşiyle evlendi. Böylece başka bir köyde yaşayan dedenin ailesiyle tanışmış olduk. Güzel kızım çayımı tazeler misin?

-Elbette! Oldukça değişik bir hikâyen varmış, niye bugüne kadar anlattırmadım ki ben? Hemen geliyorum.

-Eline sağlık çocuğum nerede kalmıştık. Hah! Dedenin ailesi beni beğenmiş, sonrasında bir sefer dedenle de geldiler. Uzun boylu, yakışıklı, benden beş yaş büyük bu adamı bir kere gördüm ve bana bir şey sorulmadan birkaç ay sonra onun karısı oldum. Düşün senden iki yaş daha küçükken gelin oldum. Senin yaşındayken de iki kez düşük yapmış, ikisi de erkek olan bebeklerimi kaybetmiştim.

-On yedi yaşında mı?

-Evet ya! Sen sadece ders çalışıp, canın istediğinde de bir işin ucundan tutuyorsun. Ben hiç tanımadığım kocaman bir ailenin değersiz bir parçası olmuştum. İki ayrı evin üç katında yaşayan, ondan fazla nüfusa hizmet eden iki kişiden biriydim. Gelin değil de hizmetçi gibiydik. Evde gelinler olunca kaynana hiçbir iş yapmazdı tabi. Canı isterse arada yemek yapardı o kadar. Çamaşırlar, bulaşıklar, evlerin, ahırların temizliği, köyün çeşmesinden su taşınması, fırında haftalık ekmek yapılması, ineklerin, koyunların sağılması ve bunun üzerine bir de yazları tarlada çalışma… Çamaşır makineleri, bulaşık makineleri, evde fırın gibi lüksümüz yok o zamanlar. Nereden baksan altmış ya da altmış beş sene öncesi. Bir de köy yeri tabi. O günleri hatırladığımda şimdi bile isyan ediyorum. O kadar küçük yaşta evliliğime izin veren aileme ve bana köle muamelesi yapan özellikle kaynanama hâlâ kızıyorum. 

Doğanın zorlu şartları yazın sıcağı, kışın karı buzu hayatımızı daha da zorlaştırıyordu. Koca evinde yaşadığım ilk beş yıl cehennem azabı gibiydi benim için. Sabahın köründe başlayan nefes almadan çalışma neredeyse gece yatana kadar devam ediyordu. Bir de hiç memnun olmayan ve sürekli söylenen, kızan, bağıran kaynana… O koşullarda iki çocuk düşürdüm doğal olarak.

-Daldın. Ya tabi üzdüm seni, özür dilerim. Sandık, sandığa ne zaman geleceksin anane?

-Aman be yavrum bu koşullarda sandık kimin umurunda! Fakat benim sandığımın özel bir hikâyesi var. Kayınbabam köyün marangozuydu ve ben nişanlıyken bizim evimize gelip bana çok güzel, ceviz bir sandık yaptı. Üzeri çiçek desenli, mis gibi kokan güzel bir sandık. Sandığın içine gelince; birkaç sene önce çocukluktan çıkmış bir çocuğun sandıkla hiçbir alâkası olmuyor tabi. Genelde nişanlandıktan sonra kızın ailesi malzemeleri alır, köyün kadınlarına dağıtılan malzemeler çorap, kazak, yelek, lif, örtü, yastık, yorgan kılıfı olarak o sandığa dönerdi. Tabi kızın annesinin biriktirdiği havlu, çarşaf, mendil ve diğer şeylerle birleşirdi. Gelin ve damat için dikilen kıyafetler de yerleştirildiğinde sandık zaten dolardı. Yanına yatak, yorgan, yastık bir de halı eklendi mi tamamdır çeyiz.

Bir karlı Şubat günü at sırtında girdiğim o köyde beş yıl boyunca çok acı çektim, yetmezmiş gibi bir de hasret. O beş yılda kocam önce askere, sonra da İstanbul’a çalışmaya gitti. Çocukken babamla yaşadıklarımı bir de kocamla yaşadım. Bu arada, iki çocuk düşürdüm ya, kaynanam bana artık ‘kısır gelin’ demeye başladı. İlk bebeğime kocam askere gitmeden hamile kaldım. Çocuk bedenim su testisi, ekmek teknesi taşıma gibi ağır işlere dayanamadı ve düşük yaptım. İkincisine de askerden dönünce hamile kaldım, onun da akıbeti aynı oldu. Bu arada deden çalışmak için gittiği Ankara’dan İstanbul’a geçtiğini yazdı mektubunda. Benim artık sabrım kalmamıştı. “Ya beni İstanbul’a aldır ya da ben babamın evine döneceğim.” diye yazdırdım cevap mektubuma. Ben sanki evlenmemiş de bir eve hizmetçiliğe verilmiş gibiydim. Güya beni çok seven kocamsa ortalıkta yoktu. Beş yılda en fazla bir yıl beraber yaşamıştık. Ben evdeki küçük çocukların bakımı dahil her işi yapıyordum. Yorgunluktan bir şey yiyecek halim kalmıyor giderek zayıflıyordum. O zamanlar büyük bir işti böyle isyan bayrağı açmak ama yaşadıklarım canıma tak dedirtmişti.

-Ay çok meraklandım şimdi dedem ne dedi mektubunda?

-Sevgisini gösterdi. Karımı kardeşimle gönderin, diye mektup yazmış, otobüs biletlerimiz için de para göndermişti. Mektubunu köye otobüsle dönen bir komşumuz getirdi. Onu da sıkıca tembihlemiş; “Karımı ya gönderirler ya da ben gelir alırım’’ dediğini birkaç kez söyledi adamcağız kayınbabama. İki gün içinde kayınbiraderimle ve içine sadece kıyafetlerimi koyduğum tahta bavulumla kasabadan kalkan İstanbul otobüsündeydik. Uzun ve meşakkatli bir yolculukla dedenin tuttuğu tek göz odalı eve vardık çocuğum. Yani sözün özü benim o güzel sandığı hiç gözüm görmedi oradan ayrılırken. Olur da vazgeçerler göndermekten diye kaçtım adeta. Sonra kızlarım, oğullarım oldu. Onları büyütürken kızlarımın çeyizi için aldıklarımı dolaplarda bohçalar içinde sakladım.  Ortalıkta bir sandık görmeye hiçbir zaman tahammül edemedim. Sandık benim için ‘çocuk gelin’ olmak anlamına geldi hep. Kızlarım benim gibi olmasınlar, okusunlar istedim güzel kızım.  

-Benim güçlü ananemm yordum, üzdüm seni. Çok teşekkür ederim anlattığın için. Benim için ne kadar uzak anlattıkların, asırlar öncesi gibi. İyi ki isyan etmişsin, kızlarını benzer bir kader yaşamaktan kurtarmışsın. Şimdi gıdıktan kocaman öperim, bir de çayını tazelerim hepsi geçer gider.