Hangi gündü? Ağustos ayının ortaları mıydı ne? Komşumun telefon etmesi üzerine Tuzla’dan kaçar gibi memleketim Beykoz’a dönmeye karar verdim? “Bir fırtına… Bir fırtına, çatı uçacak sandım” diyordu komşum. Lodosla gelen fırtınanın, yağmurun, rüzgârın kopardığı kıyametleri anlatırken telefonda. Apartmanda bir hasar var mı sorumu “Daha neler… O kadarda değil”  diye yanıtladı. “Ama dalgaların kıyıda patlamasıyla saçılan sular, mezarlığın duvarını yalıyordu” diye sürdürdü konuşmasını. İçime kurt düştü. Salgın nedeniyle birkaç aydır Beykoz’daki evime gidememiştim. Sağlık Bakanımıza göre salgın hız kesmişti. Millet tatile koşuyordu. Ben de Beykoz’a gitsem ne olurdu? Lodosa karşı kahramanca bağrını geren apartmanın sakinlerini ve dairemi merak edip kalkıp buralara geldim. Gece 11 suları… Güya sessizce dairenin kapısını açacağım. Anahtarı kilide yeni sokmuştum ki, komşum Şadiye Hanım kapı aralığından kısık sesle “Hoş geldin…” deyiverdi. Yaşlı annesiyle oturan Şadiye, iyi kalpli, sorumluluk sahibi tombul bir teyzedir. Hoş bulduk… Nasılsınız? “İyiyim” diyeceğini umarken, dışarı çıktı. Arkasından kapıyı çekti, kapatmadan usulca. “Aah nasıl olayım… Annemle uğraşıp duruyorum işte!” dedi fısıltıyla “Artık iyice yaşlandı. Ne dediğini, ne gördüğünü bilmiyor. Geçenlerde tutturdu “Şadiye koş bir kadın denize düştü” diye. Koştum, baktım denizde kimse yoktu. Zor ikna ettim onu kimsenin denize düşmediğine. O günün gecesinde yağmur, rüzgâr… Fırtınadan sanki kıyametler koptu. Uyuyamadım. Bir ara aklıma geldi, biri düştüyse gerçekten, kim bilir cesedi boğazın neresinde kıyıya vurur dedim kendi kendime.” İnşallah kimse düşmemiştir, iyi geceler deyip, tekrar kilidi açmaya koyuldum. İsteksiz ve biraz gücenik “İyi geceler” dedi. Haklıydı… Salgın süresince iyice içe kapanan insanlar, birileriyle laf etmeye hasret kalmışlardı. İçeriye girdim. Evde her şey yerli yerindeydi ve herhangi bir terslik yoktu. Tanıdık dost ve komşularda salgın nedeniyle herhangi bir kayıp yoktu belli ki. Olsaydı, Şadiye Hanım mutlaka söylerdi. Evimi, dostları, komşuları özlemişim. 

Ertesi gün kuşluk vakti evden çıkışta, küçücük teraslı bahçemizde rastladım onlardan üçüne. Uygun bir mesafede konuşup gülüşüyorlardı. “Mahallemizin süslüsü” dedikleri Siren Hanım tam o sırada bizimkilerle aynı hizada, merdivenlerden iniyordu. Onları görmedi ya da görmezden geldi. O, görmek için değil, daha çok görülmek için var olanlardandı. Selam vermedi. Bizimkiler birbirlerine bakarak kıkırdadılar. Uzun topuklu şık kunduraları ayaklarında, aynı renk çantası kolunda, başında şık şapkası, uyumlu fuları boynunda, abartılı makyajı, bembeyaz ve vakur yüzüyle İngiltere Kraliçesini hatırlatıyordu. “Ay… İçime sıkıntılar bastı o kıyafet içinde düşününce kendimi” dedi onun gibi tıknaz Zekiye Hanım. Elindeki peçete ile kendini yelpazeliyordu. Filiz ve Serpil Hanımlar tiz, çığlıksı kahkahalarıyla bahçeyi çınlattılar. Belli ki kahkahalarını “Süslü” duysun istiyorlardı.

“Ayıp… Ayıp, kadının arkasından dedikodu yapıyorsunuz’’ dedim. Bir taraftan karanfiller fırlatır gibi gülücüklerimi sunarken, diğer yandan her iki elimle onları selamladım. “Oo… Vefasız komşumuz gelmiş… Neredesin ayol? Gel otur sana bir sabah kahvesi yapalım” dedi Filiz Hanım. Yok dedim, teşekkür ederek, daha kahvaltı yapmadım. Zekiye Hanım yelpazelenmeyi bırakıp lafa karıştı: “O kadar çok beğeniyorsan senin için isteyelim süslü dulu” dedi. “Yok” dedi Serpil Hanım, “Onun Türkan Hanımı var.” Aldırmadım. Sahi, Türkan Hanım nasıl? Uzun zaman oldu telefonda konuşmayalı. “Duymadın mı” dedi Zekiye, yüzüme merakla bakarken. “Neyi?’’ dedim. “Türkan Hanım sizlere ömür! Boğulmuş denizde. Cesedini Aile Çay Bahçesi ile Konak arasındaki kumsalda bulmuşlar!” İnanmadım. Şadiye Hanımın annesi gerçekten görmüş müydü yoksa? “Yok, yahu” dedi Filiz Hanım, “Daha geçenlerde gördüm, nereden uyduruyorsun?” Sinirlendi Zekiye Hanım. “Deli mi ne? Ben niye uydurayım ki? Öyle dediler” diye çınladı. “Hastaneye kaldırıldığını duydum ama öldüğünü duymadım” dedi Serpil Hanım. Hay Allah sormasaydım keşke. Bozulduğumu açık etmeden sahte gülücüklerle oradan ayrıldım. Merdivenleri hızla inerek çay bahçesine yöneldim. Yolda aradım. Telefon çalıyor, Türkan Hanım açmıyordu. Panikledim. Kapatır kapatmaz telefonum çaldı. Oydu. Hoş- beşten sonra “Burada mısın yoksa?” dedi. “Evet… Çay bahçesine gidiyorum’’ dedim. “Sen git, ben öğleden sonra dört gibi orada olurum” dedi. Rahatladım. Zekiye’nin tufasına gelmiştim düpedüz! Boş ver dedim kendime, Türkan Hanım yaşıyor, önemli olan da bu.  

“Lodoslu günler öldürür beni. Kendimi bildim bileli severim. Hayal gücümü kışkırtır. Daha merdivenleri inerken uç vermeye başladı çılgınlık alametleri. Martılar tepemde, mezarlığın yamacında yuvarlanan lodos dalgalarının tepesinde kanat çırpmadan süzülüyor, bana nispet yapıyorlardı. Uçmak istedim o an. Martılar gibi gökyüzünde zahmetsizce süzülmek… Hepsi o kadar. Oysa biraz yürüyüş için çıkmıştım sokağa. Deniz azgın bir yılkı atı gibi tepinip kişniyordu. Dalgalar sahildeki duvara tosladıkça hırçınlaşıyor, kızıp köpürüyor, suları göklere yükselip şeffaf, yarı silindirik bir gövdeyle caddeye akıyordu. Denizin kenarına varmışım. Kollarımı açtım rüzgâra karşı. Arada bir yükselen dalgalar, tepemden aşıp dökülürken kendimi olağanüstü güçlerle donatılmış hissettim. Şimdi uçabilirim işte diyordum. Ayaklarım yerden kesildi. Kollarım iki yana açılı, havada dimdik duruyordum. Düşünsene, rüzgârla uçuyordum. O anı sana anlatamam… Müthişti! İsa Mesih gibi dalgaların üzerine basarak yürüyebileceğime emindim. Denedim. Oluyordu işte! Tam o sırada olan oldu, Poseidon uzandı birden. Ayaklarımı yakaladı. Sonra belime dolanıp göğsüne bastırdı. Göz göze geldik! “Pardon” dedi, seni genç bir bakire sandım, o kadar mağrurdun ki!” “Yaşlandın koca Poseidon” dedim, “Artık gözlerin iyi seçemiyor” Gülerek laf yetiştirdi. “O da var elbette ama denizleri çok kirletmişsiniz, aşağıda göz gözü görmüyor” dedi. Bir bakıma haklıydı.

Aklımdan geçenleri okuyup, çay bahçesinin biraz yakınına bıraktı. Ak saçları suyun yüzeyinde denizle birlikte dalgalandı. Gerisini ben hallederim dedim kibirlice. Demez olaydım. Sahilde bağlı bir sürü tekne olurdu her zaman. Şimdi sadece biri vardı. Ahmet Mithat Efendi Konağının önündeki kumsala kadar bata çıka yüzmeye başladım. Bir ara çay bahçesine baktım, kimse yoktu. Olanı da rüzgârlı havada camlı kapalı bölüme tıkışmışlardı. Mosman ve diğer müdavimler beni fark etmişlerdi. Birbirlerine göstererek gülüyor, muhtemel ki, benim üzerimden şakalar üretiyorlardı. Nihayet ayaklarım yere değdi. Yeni bir güçle ağır ağır sahile doğru yüzdüm. Onlara aldırmadan sahile çıkabildim. O zaman ne çok yorulmuş olduğumu fark ettim. Çay bahçesinin önündeki balıkçı bana doğru koşmaya başladı. Bir şeyler söylüyordu, duyamadım. Ötekiler, camlı bölmelerinde hala beni televizyonda bir belgesel izler gibi keyifle izliyorlardı. Gücüm, takatim olsaydı eğer, sol elimi onlara doğru uzatıp, sağ el yumruğumu avucumda kaydırıp bileğimi şırrak diye vurarak, onlara bir selam göndermek isterdim. O gücü bulamadım. Sendeledim. Dengede kalmak için havaya tutunmak istedim. Rüzgârın saçları avuçlarımdan kayıp gitti. Gözlerim karardı. Kulaklarıma denizin uğultusu doldu. Başımın dönmesi, çevremde hızlanan bir girdap yarattı. Son hatırladığım şey, kendimi o girdabın içine bıraktığımdı…” 

İşte böyle anlatıyordu başından geçenleri Türkan Hanım. Onu nefes almadan dinliyordum. Gülerek, arasıra işveli ama kontrollü hareketlerle kahkahalar atarak konuşuyordu. Benimle konuşurken sesini, biraz da çevredekilere, özellikle kaçamak bakışlarla bizi süzenlere de duyurmak istiyor gibiydi. Anlattıklarının ayniyle vaki olduğundan emindim. Bir başkası ya da başkaları bu olayı nasıl anlatırlarsa anlatsınlar, onlarınki sadece gözlerinin gördüğü birer “görüydü.” Asla olan bitenin esas ruhunu yansıtamazlardı. Bu tür olaylar bizim evrenimizde olabilecek şeylerden değildi. Bu sadece onun evreninde olabilirdi. Çevrenin bize biçtiği âşıklar rolünü oynamaya bayılıyordu. Bu hava içinde gün batımına karşı kahvelerimizi yudumladık. Konuştuk, güldük, eğlendik! Oradan ayrılırken koluma girdi Türkan Hanım. Boştaki eliyle kolumu sımsıkı kavradı. Türlü çeşitli anlamlar yüklü bakışların arasında yürürken, birde tutup başını omuzuma yaslamaz mı? Vallahi ömür bir kadın bu Türkan Hanım…