Hemen gözüme çarptı gazetedeki haber; arka sayfanın sol üst köşesinde duruyordu. “Bilim dünyasında heyecan!” Bu haber, o an bana nanik yapar gibiydi. Dilimde tüy kalmadığı için kayganlaşan dilim “şlap, şlup” diye bi şeyler geveledi. Valla ben de anlamadım. Bakınırken ne diyor diye, beynim araya giriverdi, “nihayet yarım asır sonra dediğime geldiniz mi diyo” dedi. Ben de gülümsedim yarım asır öncesi, radyonun karşısına dizilen odadakilere… Tınmadılar. Radyoya kilitlenmişlerdi.
O gelince eve, her şey değişmişti sanki. Biz de değişmiştik. Herkes, evde ailenin en muteber bireyi haline gelen radyonun karşısında, heykel gibi hareketsiz dururken, gündelik dünyanın dışında başka bir dünyada yaşardık. Arada bir köstekli cep saatine bakıp duran büyükbabam, haber vaktini beklerken, bir Buda heykeli gibi bağdaş kurmuş oturuyor. Sağ eli sağ dizinde, Oltu taşından tespihini döndürüyor. Sarma sigarası sol elinde, diziyle dudakları arasında gidip geliyor. Hepimiz dikkatle bakarak dinliyoruz radyoyu. Ona bakmasak eğer, duyamazmışız gibi. (Televizyonu kim icat ettiyse, muhakkak bizim o halimizi görmüştür ve “mademki bunlar bakmadan dinleyemiyorlar, bari televizyon icat edeyim” demiştir.) Ben kendim, uzanmışım yere, dirseklerim halıda, ellerimi çenemin altından desteklemişim başımı ki… Kocaman. Sağ ayağımı kıvırıp dizimden, habire sallayıp duruyorum. “Şiiittt… Sallama ayağını öyle” diyorum küçüklüğüme, duymuyor beni. Daha beş – altı yaşında, Türkçeyi bile doğru dürüst sökemeyen bu çocuk, neden büyülenmiş gibi bakar ki radyoya? İllaki bakacak! Ortada bir tek onun ayağı var kıpırdayan, bir de dedemin tespih taneleri. Bir de annem var tabii. Hiç oturmadan, sürekli odaya girip – çıkan, misafir komşuların ve evdekilerin çaylarını tazeleyip dururdu. Onun, o görünmezliğini nasıl sağladığına hâlâ şaşarım. Bunca işin altında ezilirken, bir itiraz sözcüğü ya da tavrı ayıp sayıldığından, tümden kendini görünmez kılarak bunların üstesinden geliyor olmalıydı…
Önceleri ben ve abim, diğer çocuklar gibi radyo denen kutunun içinde ufacık bir adam var sanırdık. Aşağı yukarı ben beş yaşındaysam o sekizindeydi. Bir gün punduna getirip o kutunun arkasını açtık. El becerisi yüksekti. Hâlâ da öyledir. Üç – dört vidayı dikkatlice söktü. İçine baktık; adam, madam yoktu. Tuhaf lambalar, bobinler, teller neye yaradığını bilemediğimiz bir sürü şey vardı da, adam yoktu. “Bu bir ses aleti oğlum” dedi abim. Rahatladım… Radyonun bir ses aleti olduğunu artık biliyorduk. Tam söktüğümüz kapağı yerine takmıştık ki, annem girdi odaya. Daha o ağzını açmadan biz, “bişey yapmadık” dedik. “Sakın ona elinizi sürmeyin, babanız sizi öldürür!” dedi. Birlikte sıvıştık oradan. Ellerimiz kısa pantolonlarımızın cebinde, arkadaşlarımıza hava atarak dolaşıyorduk sokaklarda. Radyomuz vardı ve onun bir ses aleti olduğunu biliyorduk. Arkadaşlarımızın çoğunun evinde daha radyo yoktu. Mahallenin sokaklarında dört dolanıyorduk. Kent merkezinde kimin radyosu var kimin yok, biliyorduk. Alaca karanlık sokaklarda, bazı evlerden taşan türküleri, annemin sevdiği Zeki Müren şarkılarını, keman seslerini dinlemek çok keyifliydi; başkasının bahçesinden erik çalmak gibiydi bu. Arkadaşlarımızla birlikte sokaklarda radyo dinlemek, akşamları, yeni keşfettiğimiz bir konfordu. Bir süre sonra bıktık! Bir – iki sene içinde neredeyse herkesin evinde bir radyo vardı. Yine sokaklardaydık ama radyonun büyüsü çoktan bitmişti.
Bir müddet sonra babam yeni bir radyo aldı. Eski radyoyu, annemin babası dedemin gönderdiğini o zaman öğrendik. Eski radyo misafir odasındaki konsolun üzerinde, dantelli bir örtünün altında sessizliğe gömüldü. Nedense abimle ikimiz o radyoya göz koyduk. O radyo, herkesten çok bizimmiş gibi geliyordu bize. Bir müddet sonra o, bizim radyomuz oldu, razı olunca babam. Ama çok kurcalamayacak, bozmayacaktık. “Radyo, dedenizin armağanı” dedi annem. Yine de gizlice başka istasyonları bulmayı öğrendik. Bir gün Moskova radyosunu bulunca hem korktuk, hem de çok heyecanlandık. “Demek” dedik, “başka radyolar da var!”Gizlice, Moskova Radyosu’nu dinlemek yeni merakımız olmuştu. O merak da geldiği gibi gitti bir süre sonra. Radyoyu rahat bıraktık.
Yeni hevesimiz çizgi romanlardı. İlkokulda haftalık dergilerde tanıştık onunla. Ortaokuldayken azıttık. Çizgi-romanlara ölesiye merak sardık. Tommiks, Çelikbilek ve ötekiler… Bunların içinde en hayran kaldığımız çizgi roman “Gökler Hâkimi Gordon”du. Bayılıyorduk. O, bizi dünya dışındaki göklere taşıyordu. Artık hayallerimiz, “uzay”ın sonsuzluğunda maceradan maceraya koşuyordu. Bu koşuşturmada birden aklımıza geldi radyomuz. Acaba Mango gezegenini duyabilir miydik? Genellikle böyle abuk-sabuk fikirler benden çıkardı. O, omzunu kıpırdatıp yüzünü ekşitirse iş biter, üzerinde durmazdık. Onay çıktı ve biz gizlice “Mango” gezegeninden bir ses aramaya başladık. O yaz tatili boyunca aradık durduk…
Ve… Nihayet! İşte… Aradığımızı bulmuştuk! Galiba… Belki de… Bilmiyorum. Yaklaşıp uzaklaşan, sonra duyulmaz olan ve sonra tekrar kendini duyuran “bip” sesleri vardı sadece… Aynı yerde, aynı zamanda duyulan “bip” sesleri. Bekledik… Bekledik… Konuşan biri çıkmadı. “Sen orayı dikkatli dinle, ben gelene kadar ayrılma” dedi abim. Çekip gitti. Bekledim… Bekledim, anlamlı bir ses hala yoktu! Sıkıldım…
Kapı açıldı, abim geldi sandım. Döndüm. Abim değildi gelen… Onlardı. Üç kişiydiler. Mango gezegeninin yerlilerine pek benzemiyorlardı. Başka bir gezegenden olmalıydılar. Uzun ve yeşil saçları vardı. Uzun boylu ve ince yapılıydılar. Mat beyaz tenlerinde küçücük ayva tüyleri- o sırada güneş ışığı, birinin yüzünü yandan aydınlatmıştı – yeşilimsi bir renkteydi ve çok güzel insanlardı. Etekleri ferah, diz hizasında koyu renk, bele ve gövdenin üst tarafına sıkıca oturan, dedemin “çokha”* dediği elbiseye benziyordu. Fişeklikleri yoktu. Ayaklarındaki çizmeler bile dedemin körüksüz çizmelerine benziyordu. Korkmadım. Öndeki elini uzattı. Dudaklarını kıpırdatmadan konuşuyorlardı. İşin tuhafı ben de onları anlıyordum. Elini tutar tutmaz gözlerim kapandı. Gözümü açtığımda, tepeleri karla kaplı dağlarla çevrili, yemyeşil bir vadideydik. Dağlarların içinde en muhteşem olanı, vakur bir biçimde bize gülümsüyordu ve ben o dağı sanki bir yerden tanıyordum. Şimdi biz, sizin gezegende miyiz? “Evet” anlamında gülümsedi liderleri Başrahip. Tepelerde yüksek taş kuleler vardı ve gökyüzü masmaviydi. Her tarafta ulu ağaçlar, çeşitli meyvelerle dolu bağlar, şelaleler ve pınarlar vardı. Yeşillikler arasına serpiştirilmiş kocaman, ışıldayan küreler vardı. Işıklı kürenin merkezinden yayılan şeffaf iplikler, uçlarında yeşil ışıklar yayıyordu. Yeşilliklerin içine çok güzel görünüyorlardı. Neydi bunlar? Sormak için döndüğümde her üçü yere, dedem gibi bağdaş kurarak oturdu. Yüzlerini güneşe çevirip gözlerini kapadılar. Dudaklarında güven veren bir gülümsemeyle öylece bekliyorlardı. Saçları yavaşça dikleşti. Saçları, her saç telinin ucundaki yeşil ışıltılarıyla birer ışık küresine dönüşüverdi. Başrahip merakımı giderdi: “Yemek molası… Biz, temiz hava solur, temiz su içer, güneş ışığıyla besleniriz” dedi. Herhalde ben çocuk halimle onu anlayayım diye öyle konuşuyor diye düşündüm. Elimi tutar tutmaz, gözlerim tekrar kapanıverdi. Gözlerimi açtığımda radyo, hâlâ bipleyip duruyordu. Kapıya fırladım. Abimle yüz yüze geldik. Geldiler… Geldiler dedim heyecanla. Yüzüme merakla baktı. Olan biteni nefes almadan anlattım. Omzunu silkeleyip hınzırca sırıttı:
“Uyumuşsun, kıçın açık kalmış!” dedi. Çok kızdım. Hırsımdan birkaç santim daha büyüdüm. O günden sonra ona abi demedim, “Corç” dedim. Ona da fiyakalı geldi, adı “Corç” kaldı.
Bir anlığına gazete haberi beni nerelere sürükledi gördünüz mü? Ne diyordu sahi gazete? “Bilim Dünyasında Heyecan… Evrenin Derinliklerinden Radyo Sinyali…” İster istemez gülümsedim. Gelmişlerdi. Beni gezegenlerindeki o güzelim ülkelerine bile götürmüşlerdi. İnat ettim, sonuna kadar gördüklerimi anlattım. Corç bile bana inanmadı. Zamanda yolculuk yapıldığını ve az önce yolculuktan döndüğümü söylesem, yine “rüya görmüşsün” diyecekler. En iyisi… Bu anlattıklarım aramızda kalsın!