“Sen etek tıraşı olmuyor musun?” Ürktüm önce. Bir şey anlamadım. “Etek tıraşı” diye bir deyim silinmiş hafızamdan. Parktaki konteyner tuvalete girdiğimde, orada kimse yoktu oysa. Yalnız olduğumu sanıyordum. Sesin geldiği yöne baktığımda, girişte bana kibarca yol veren temiz yüzlü genci gördüm. Bu kaba sesin ve hadsiz sataşmanın ondan geldiğine inanamadım.  Başka, daha hödük birini aradım. Yüzüme bakan yeniyetme genç ve benden başka kimse yoktu ortada! Kan beynime sıçradı. “Sen” dedim, “benim şeyime mi bakıyorsun?” Daha da yayvan bir sırıtışla, “Neyine?” dedi üzerine basa basa. Cevap vermedim. “Bak” dedi, “ben senin şeyine değil, dünyanın haline bakıyordum.” Cevap vermemeye kararlıydım ama dayanamadım. “Ne alaka şimdi?” Ciddileşti. “İlk çağlarda insanlar, dünyanın bir boğanın boynuzunda durduğuna inanırlardı. Boynuz inekte de var, neden boğa? Boğa’nın boynuzu, eşeyli üreme sisteminde, eril üreme organını ve onun bereketini simgeler. Var olmanın temel gücü, eril üreme organına bağlanmıştır. Böylece dünya, adını ayıp saydığın için anmadığın organın tepesine kondurulmuştur. Merkezde, ‘şey’ dediğin o organ var. Kadını bir kuluçka makinesi sananlar gibi, İstanbul sözleşmesi karşıtları da, hala öyle düşünürler. Merak ettim, senin dünyan ne âlemde diye, göz atmak istedim. Hepsi bu.” Ukala serseri diye geçirdim içimden. Pisuarların önünde, arsız bir gençle düpedüz sidik yarıştırmak durumuna düşmekten çekindim. Fermuarımı çekip, apar-topar lavabonun başına geçtim. Aynada allak bulak, öfkeden sararmış yüzüme bakarken, bir yandan sıvı sabun pompasına nasıl basmışsam artık, sabunluk kayıp yere düştü. Onu yerden almak için daha harekete geçmeden, benden önce davranıp yerine koydu. Hâlâ benden bir şeyler söylememi bekliyor gibi, ısrarla yüzüme bakıp duruyordu. 

Ellerimi kâğıt havluyla kurularken, bu sefer ben, tacizkâr bakışımı gözlerinin içine dikerek, “Sen niye böyle ‘kıl’ adamsın?” deyiverdim. Cevap yetiştirmeye yeltenmeden, susmaya karar vermişken üstelik, söyledim bunu. Bu sefer sırıtmasının peşine kahkahalarını takıverdi. Omuzları sarsıla sarsıla gülüyordu. Bir yandan da kesik kesik, “Ben, -kıl oldum abi- şarkısının söylediği gibi, kıl olmuş biri miyim yani?” İllet oldum. Onu muhatap aldım diye kendime de kızdım. Ama bir kere ok yaydan çıkmıştı. “Tepeden tırnağa her şeyinle bir ‘Kıladam’ olmuşsun!” Bunu der demez rahatladım. Bir anlık gülümsemesi dudaklarında dondu. Ve sonra yüzünü bir üzüntü dalgası yalayıp geçti. Tekrar arsız halini takınmak için biraz zorlandı. Belki de bana öyle gelmiştir… Bilmiyorum. “Nereden çıkardın benim ‘Kıladam’ olduğumu?” Bu sefer gözlerimin içine, bu sözlerimde ne kadar ciddi olduğumu görmek ister gibi derinlemesine bakıyordu. Kendisi hakkında bu kadar incitici bir sıfatı -ben öyle sanıyordum tabii- sırf kızgınlığımdan, öylesine söyleyivermiş olmamı umuyor, bunun ipuçlarını gözbebeklerimde bulmak istiyordu. Arsız tavırlarına karşın, bu kırılganlığına çok şaşırdım! Dediğime pişman oldum. Sesimdeki öfke tozlarını silkeledim. Daha muzipçe bir ifadeyle, “Ben hep tıraşlıyımdır. Senin her yerde kıl görmen bu yüzden olmalı diye düşündüm. Belli ki seni kıl eden biri var.” Bakışını yüzüme çevirdi. “Babam burada olsaydı ve seni duysaydı şimdi, ne kadar keyiflenirdi bilemezsin” dedi. Bakışlarını önüne düşürdü tekrar. Ellerini kurularken ardına bakmadan çıkıp gitti. “Ne bu şimdi? Olup biten bu şeylerin anlamı ne?” Aynadaki görüntüme soruyordum bunları. Oradan kendime şöyle bir baktım, gerçekten de sersem sepelek görünüyordum. Her halde dedim, delikanlının babası sersemin tekiydi.

Dışarı çıkınca, yolun denize giden tarafına baktım, yoktu. Çarşıya giden diğer tarafta da yoktu. Taburesinde çayını yudumlayan tuvalet bakıcısına baktım, kendisine baktığımı hissetmiş olmalıydı. “Bir şey mi istedin abi” deyince, “Benden önce çıkan çocuk -nedense ağzımdan öyle çıktı- ne tarafa doğru gitti acaba… Fark ettin mi?” Duraladı. “Yok abi, senden önce çıkan kimse olmadı.” Kalktı. Çay bardağını taburesine koyup tuvalete girdi. Ben de çekip gidemedim, bekledim. Döndü. Yarım kalan çayını tek yudumda içip “Kimse yok! Zaten son yarım saat içinde senden başka kimse gelmedi abi.” Demez mi? Çıkışını fark etmedi her halde diye düşündüm. 

Tuzla parkında, deniz tarafına doğru yürüdüm. Yürüyüş alanındaki pürüzsüz pembe asfaltta, sınırlı zaman aralığındaki günlük yürüyüşüme devam ettim. Ama bir taraftan da arsız çocuk, zihnime takıldı kaldı. Tuvalet bakıcısı haklı olabilir miydi? Ne o yani… Hayal mi görmüştüm? Gemi terminali yanındaki kafeteryadan su alıp, Tuzla Marina istikametine doğru yürümeye başladım. Huzurum kaçmıştı. 

“Hatırlamadın beni değil mi?” Sesinden tanıdım. Yine oydu! Yanımda, ayak seslerini duyurmadan yürüyordu. “Hatırlamaz olur muyum? Sen tuvaletteki o asi çocuk değil misin? Cevabıma ilgisiz kaldı. Öteye beriye amaçsız bakınarak konuşmasını sürdürdü. “Babam anneme ne derdi biliyor musun?” İlgilenmemişçesine sustum. Sonra, “Ben nereden bileceğim babanın annene ne dediğini?” Biraz dalgın ve biraz da kırgındı. Sesi uzaktan geliyor gibi boğuktu. “Bu, eksik etek deyimi üzerinde düşünmeye başladığım ilk gün, babamın bana tembihlediği bir işi yapmayı unuttuğum gündü. Bana kızdı, bağırdı. Dövecek sandım. Bir süre yüzüme dik dik baktıktan sonra, annemin yanında o soruyu soruverdi.” “Hangi soruyu?” Dönüp yüzüme baktı ciddi miyim diye. Sonra bana doğru eğilerek fısıldadı: “Sen etek tıraşı olmuyor musun ulan?” Annem çok kızdı babama. “Benim yanımda çocukla nasıl konuşuyorsun sen öyle… Ayıp değil mi?” dedi. Bu sefer babam anneme bağırdı. “Sen karışma eksik etek… Oğlumla nasıl konuşacağımı sen mi öğreteceksin bana?” Annem açık sözlü, güçlü kuvvetli bir kadındı. Babam bağırır, çağırırdı ama ona el kaldırdığını hiç görmedim. “Aman” dedi annem, “sen tam eteksin de, bu neye yarıyor… Bunca senedir anlamadım gitti. Her şeyin yeri, zamanı ve usulü vardır. Bir adam oğluyla nasıl konuşacağını bilir. İnsansa tabii…” Babam, öfkeden kızarmış gözlerini döndüre döndüre baktı anama. Bir şey demedi. Homurdanarak çekip gitti. “Anne” dedim, “eksik etek ne demek?” -Aslında tıraş meselesini de soracaktım ama onu, bir tür babama özgü küfür sanıyordum. Utandım soramadım.- Annem cevap vermedi. Eve döndüğümüzde, kardeşimi, ağzı yüzü kan içinde ağlarken bulduk. Bir sebep bulup, kardeşimi dövmüştü. Evde değildi. Kahveye gitmiş olmalıydı. Genellikle gücünün yetmeyeceği kişilere ya da anneme kızdığında bizi döverdi. “Ellerin kırılır inşallah!” dedi annem. Ardından beddualar yağdırdı. Kardeşimin yüzündeki kanları temizledi. Burnunu kontrol etti. “Korkma, yok bir şeyin” dedi… “Ağlama artık!”

Bana değil de, kendi kendine bir rüya ortamında konuşur gibi anlatıyordu bunları. Bu anlattıkları bana neden bildik, tanıdık geliyordu? Tanıdık geliyordu, çünkü gelenek görenekle ve yozlaşmış dini inançlarla örülü feodal yapının dokusu, benzer aile tiplerini yaratıyordu. Bu yapıda aile, karı-koca, çocuk, hısım, akraba, eş-dost gibi kurumlar, kavramlar ve insani ilişkiler benzer normlarla şekilleniyordu.

“O günden sonra araştırdım, etek tıraşının ne olduğunu da öğrendim. Arasıra sesim çatallaşsa da ortaokulu yeni bitirmiştim. Henüz buluğ çağının eşiğindeydim. ‘Büyüdün, eşek kadar oldun’ demeye getiriyormuş kabaca babam. ‘Eksik etekse’ daha derin, daha yaralayıcı, kadınları erkeklere göre aşağı gören, ezik bir erkek bakış açısıymış. Freud amcanın bu konudaki savları da ilginçti. Bu deyimi kadınlar da kullanıyordu. Az önce, karıkoca yaşlı bir çiftten kadın olanı -hani erkek gibi kadın dedikleri kadınlar vardır ya, onlardan biri- karşılaştıkları bir adama, ‘Ne yapıyor senin eksik etek?’ diye sordu da, aklıma takıldı bu ‘Eksik etek’ deyimi ve eteğe bağlı abuk sabuk şeyler… İnsan beyni işte!” Çocuk mu konuşuyordu, yoksa ben mi kendi kendime düşünüyordum bilemedim. Sıkıldım. Birden başım döndü. Dengem bozulunca toparlanmak için çömeldim. Kesik kesik ama kuvvetlice üst üste öksürdüm. Bir kadın koşturup yanıma geldi. “Beyefendi iyi misiniz? Bir şeyiniz yok ya?” Genç, sevimli, milletimin aydınlık yüzü, içtenlikle ilgileniyordu benimle. Mutlu oldum! “Yok!” dedim, “iyiyim… Çok teşekkür ederim… Merak etmeyin.” Doğru mu diyorum diye yüzüme dikkatlice bakıyordu. Gülümsedim rahatlasın diye. O da gülümsedi. Bizi izleyen adamlar aralarında konuşuyorlardı. Biri diğerine, “Kendi kendine sanki yanındakiyle konuşuyor gibi konuşuyordu. Belki uyuşturucu aldı diye düşündüm.” Öteki, “Belki şizofrendir.” Bir üçüncüsü, “Belki de dediklerinizin hiç biri değildir. Sadece dertlidir adam” dedi. Diğerleri, “Hangimizin derdi yok ki… Biz niye konuşmuyoruz?” Kaşla göz arasında duyduklarım pek hoşa gidecek şeyler değildi. 

“Kendinize iyi bakın” dedi genç kadın. Adamların aralarındaki konuşmaları duymamış gibiydi. Tekrar tempolu yürüyüşüne döndü. Arsız çocuk ortalıkta görünmüyordu. Çevreyi dikkatlice taradım. Bu kadar çabuk ortadan kaybolamazdı. Buharlaşıp uçmadı ya bu çocuk? Çömeldiğim yerde, birkaç yudum suyumdan içip doğruldum. Başım dönmüyor, nefesimi de rahat alıp veriyordum. Ağır ağır eve doğru yürümeye başladım. Yarım saatlik vaktim vardı. Eve varmak için bu tempoda yirmi dakika bana yeter de artardı bile. Tekrar bakındım çevreye, illaki onu görmek istiyordum. Yoktu! “Amaaan…” dedim, “kimse kim? Nereye kaybolduysa kaybolsun, cehenneme kadar yolu var!”

Her ne kadar pek işime gelmese de, adamların söyledikleri acaba doğru mu diye düşünmeden edemedim. Gerçekten hayaller mi görüyordum?

“Yok, canım daha neler? Bak ileride yürüyen o değil mi?”