Huzursuzum. Kapıda tereddüt ediyor, duruyorum. Bir kez daha soruyorum kendime, emin misin? Sonra dinlemeden sesimi, açıyor kapıyı, giriyorum içeri. Hemşire elindeki kâğıttan adımı kontrol edip hazırlanmam için soyunma kabinini gösteriyor, o yöne doğru düşünmeden robot gibi yürüyorum. Farklı bir sona ne kendimi ne de Fuat’ı ikna edemiyorsam, uykusuz geceler, yaşadığım bu ikilem artık bitmeli. Kabinin kapısı kendiliğinden kapanıyor. Sabah Fuat rüyasını anlatırken “Kâbus gördüm, bebek olduğu için ev hapishaneye dönmüş,” dememiş miydi? Onun için hayat gezmek, eğlenmek demek. On yıldır geziyoruz. Doğuya da gittik, batıya da; ne gezmesi diyemedim. Daha gençmişiz ona kalırsa. İkimiz de otuz beş yaşını aştık oysa. Belki çocuk için bu benim son şansım. Düğmeler ne kadar sıkı, ilikleri bu kadar dar açmak zorunda mıydınız? Bluz değil zırh sanki. Lanet olası düğme kop bakalım, düş, düş! Yuvarlan git istediğin yere, eğilmeyeceğim, almayacağım seni! Düşene, gidene dönüp bakmayacağım artık. Yurt dışındaki ortakları aniden gelmeseler, işi sağlama almak için Fuat mutlaka burada olurdu. Yüzünde her zamanki sıcak gülümsemesi, elimi tutar, hayatımla başlar, canım sevgilimle bitirirdi o bildik süslü cümlelerini. O zaman belki daha kolay olurdu. Birlikte yeni yerler keşfetmekten, sinemaya gitmekten, müzik dinlemekten, sevişmekten hoşlanıyorum ama onunla olabilmek uğruna neler yapıyorum ben! Siyah granit zeminde beyaz, minik düğme parlıyor, sönüyor, acınacak haldesin zavallı düğmecik, acınacak halde. Bir ürperti sarıyor yarı çıplak bedenimi. Acınacak haldesin diye tekrarlıyorum, kendimi rahatlatmaya çalışarak. Hemşire beklediği yerde, kıpırdamadan ona seslenip seslenmediğimi soruyor. Aceleyle külotumu, sutyenimi çıkarıp arkadan boydan boya açık ameliyat önlüğünü üzerime geçiriyorum. Belki de evlenmek zorunda kalırım diye korkuyor. Hep böyle değil miydi?  Ne zaman sorumluluk aldı ki? Zaten evlenmek isteyen kim? Artık düşünmek istemiyorum, soyunma kabininden çıkıyorum.

Hemşire jinekolojik muayene masasına geçmemi söylüyor. Oldum olası bana rahatsızlık veren masaya gergin oturup sağ ve sol taraftaki ayaklıklara bacaklarımı açıp yerleştiriyor, sırt üstü uzanıyorum. Hemşire dikkatlice üzerimi örtüyor. Biyolojik saat ilerliyor, yıllar sonra Fuat daha genç biriyle birlikte olup istediği zaman çocuk yapabilir ama ben, belki doğa izin vermeyecek, istesem de doğuramayacağım. Off… Doğa kadınlara niye bu kadar acımasız, adaletsiz davranıyor. Bebek yerine Fuat’ı kaybetmeyi göze alabilir miyim? Ya ilerde onu ben bırakırsam, o zaman kendimi affedebilir miyim? Bugünün yükünü ömür boyu taşıyabilir miyim?

Annem duyduğunda, “Ya evlenirsiniz ya da çocuğu aldırırsın. Babana sakın duyurma, kalbine iner adamcağızın,” diye söylenmişti gözlerinde dehşet çakımlarıyla. Şirkette sorun olacak, duydukları gün işten çıkaracaklar biliyorum. Ne oldu bana? Kendi korkaklığım, aczim yüzünden mi bir hayat söndüreceğim?

En güvendiğim, yarı ömrünü yurt dışında geçirmiş Berna bile, “Kızım burası Avrupa değil, tek başına çocuk büyütmek zor iş, bizim toplum buna hazır değil,” demişti. Toplum nasıl hazır olur, bekleyerek mi, bedel ödeyerek mi? Niye böyleyim ben?  Yüzlerini bilmediğim, tanımadığım, adına toplum denen kalabalığı boş verip kötü olmaksa bu, bir kere de kötü olmaya, herkesin birbirine benzediği güruhta farklı olmaya neden cesaretim yok? Lanet olsun bana, bebek için ailemi bırak, kendimle bile mücadele edemiyorum. Sınırlarını benim çizdiğim, bildiğim, güvende hissettiğim yaşantımın dışına çıkmaya korkuyorum. Bugüne kadar hayatı hiç zorlamadım, hem de hiç!

Pessinus Antik Kenti gözlerimin önüne geliyor.  “Hayatın Rahmi” olarak tasvir edilen, yaşam verme ve sunduğu yaşamı geri alma kudretine sahip Ana Tanrıça Kybele’yi anımsıyorum. Hayat vermek mi, hayat almak mı? Kapı açılıyor, koruma güdüsüyle elimi karnıma koyuyorum. Doktoru görünce bedenim kaskatı oluyor. Elim hâlâ karnımın üzerinde bebeği hissetmeye çalışıyorum. Birlikte nefes alıyoruz. İçimdeki minik kalp büyümek, var olmak için atıyor.

Doktor gülümseyerek sırasıyla temizleme, uyuşturma işlemlerini, hiç acı duymayacağımı anlatıyor. Söylediklerini dinlemek istemiyorum. Doktorun eğerek şekil verdiği muayene lambasının soğuk ışığına bakıyorum. Boğazım düğümleniyor, gözlerim yanıyor, biriken yaşları akıtmamak için direniyorum.

Boyun elma çekirdeği kadarmış, beni kucaklayacak kolların tomurcuklanmış, bacakların biçimlenmeye, birlikte çiçek toplayacağımız parmakların çıkmaya başlamış. İnternette öyle okumuştum. Seni kazımalarına, parçalayıp koparıp almalarına izin verirsem, boş, suçlu bir rahimle çocuklara, hayata bugün baktığım gibi bakabilir miyim? Pişmanlık tabanlarıma yapışıp dibe çekerken beni, dünyayı gezsem hafifleyebilir miyim?

Doktor, “Derin nefes alın, gevşek bırakın kendinizi, rahim ağzını görebilmek için alet yerleştireceğim,” dediğinde, metalin soğuk temasıyla üstümdeki örtüyü atıyor, yattığım yerden fırlayıp kalkıyorum. Doktorun ve yanındakilerin şaşkın bakışları altında önlüğün arkadan açılmasına aldırmadan soyunma kabinine koşuyorum. Orayı bir an önce terk etmek istiyorum. Apar topar giyinip bluzumun düğmelerini dışarıya çıkarken ilikliyorum.

Kaldırımda yürürken kalp atışlarım ancak normale dönüyor. Karnıma, elma çekirdeğime dokunup fısıldıyorum, yaşam bizim için düşündüğümden daha kötü, daha acımasız hale gelebilir, birlikte zor, eksik, yokluk içinde bir hayat sürebiliriz ama şu an varsın, yaşıyorsun, bu hakkını senden almayacağım.

Attığım her adımda, ayağımı yere her bastığımda kendime güvenim yenileniyor, güçleniyorum. Meğerse gökyüzü ne kadar yüksek ve mavi, güneş ne kadar parlakmış bugün.