Nefesim daralıyor. Gene… Sevmiyorum böyle kapalı yerleri. Hele de güneş dışarıda pırıl pırıl parlarken! Yapay ışıklar, yapay dünya… Ağır da bir koku! Sabah sabah üşüşmüş insanlar buraya balık istifi gibi, ter kokuyorlar. İyi mi?! Mis gibi taze hava dışarıda dururken… Tam Mayıs havası; ne sıcak ne soğuk. Mor salkımlar, erguvanlar basmış ortalığı.  Benim kızlar akıllı. Halletmişler işlerini, bu sabah Rumelihisarı’nda kahvaltı ediyorlar. Ama ben, hep son dakika! Önüne baksana be adam! Öküz! Nasıl da geçirdi omzuma! Zaten arazlı kol. Off! Sızlıyor şimdi. Neyse, neyse işine bak sen. Bir an önce hallet işini çık buradan. Yoksa boğulacağım.  Bir elin yavaş yavaş boğazıma doğru yükseldiğini hissediyorum. Onu görürsem beni boğar. Görme. İlerle.  Al bir şey çık. Bir an evvel. At kızların yanına kendini. Nefes al.

Al bir şey demekle oluyor mu? Hahaha… Hangi Anneler Günü’nde oldu ki! Dolan dolan bir türlü bulamazsın annenin gönlüne hoş gelecek bir şey. Hiç beğenmez, hiç beğenmedi… Şeytan alma bir şey diyor ama olmaz. Bu sefer de kırılır. Kırılsın. Sen de çok kırıldın… Neyse, sen al bir hediye gene büyüklük sende kalsın. Hahaha! Sanki o çocuk ben anne… Onun sana aldığı pahada büyük, işlevde az hediyelerle yarışamazsın ama gene de almış ol. Olduğu kadar… Yüzü buruşacak gene ama olsun, vicdanın rahat etsin.

Deli mi bu insanlar? İpini koparan buraya gelmiş. Dolaşıyorlar sürü sepet. Hey! Hava çok güzel, hava mis, duyuyor musunuz beni? Hey sen kardeşim, toplamışsın çoluğu çocuğu, yenge, baldız ne varsa Cumartesi gezmesine getirmişsin AVM’ye! Manyak mısın kardeşim? Al götür deniz kenarında bir çay bahçesine. Çoluğun çocuğun yüzüne güneş, rüzgâr değsin. E adam da haklı. Çay bahçesine götürse hanım surat asacak. Almasalar da görecekler. Altın gününde hanım ballandıra ballandıra anlatacak. Ne o öyle çay bahçesi falan? Banal… Konu komşu ne der sonra?.. Çekilin bari kenara. Hay Yarabbim! Sahil boyu gezmesi yapar gibi dükkân boyu gezmesi yapıyorlar! Salına salına… Çekilin çekilin. Gelmeyin üstüme üstüme. Boğuluyorum. Çıkmam lazım. Çekilin!

Gir, ilk dükkândan al bir şey çık. Nasıl olsa beğenmeyecek. Uğraşma. Neden yapamıyorum bunu?  Ona bir şey bulmak… Hayatımın en zor misyonu. Kırk senedir bulamadın bir şey! Beceriksizsin işte! Hep öyle der ya… Tembel, beceriksiz, bir işe yaramaz… Ben mi annemi tanımıyorum, o mu beni tanımıyor?  Tanışmaya hiç gayret etmedik sanırım. Hayalindeki çocuk olmayınca ben, ne gerek tanımak?.. Her sene, her Anneler Günü’nde her doğum gününde hediye aldım.  Bir tanesini de üstünde gördüm mü? Yok, göremezsin. Hediyeyi verdiğinde, gözlerine yerleşmiş hayal kırıklığıyla nazik bir teşekkür eder sonra ara ki bulasın! Bilirsin, daha o anda. Beğenmedi. Ne beğenir bu kadın? Ne alsam gururla giyer ya da takar bunu da kızım aldı diye. Ne onun yüzüne, ne bileyim, aldığım kolyeye ya da bluza elini sürdükçe sıcak bir tebessüm koyar? Hiç bilemedim… El boğazımda. Görüyorum onu. Sıkıyor, sıkıyor. Görme, yok say. Nefes, nefes… Otur şu banka. Derin derin nefes al. Geçer. Hep geçti…

Oh, iyi geldi. Sakinledim. İnsanlar akın akın geliyorlar. Bu yapay dünyanın yapay ışıklarıyla sahte dünyalar kuruyorlar kendilerine. Yüzlerinden belli. Şurada geçirecekleri birkaç saat için bambaşka bir dünyanın parçası oluyorlar. Mermer zemin, yüksek tavan, pırıl pırıl ışıklar, Anneler Günü için özenle dekore edilmiş vitrinler, her yere serpiştirilmiş çiçekler içinde bir süreliğine de olsa, belki kraliçe gibi hissedecek evin hanımı. Konu komşudan başka kimseyi görmeyince burada her türlü kıyafette, her tipten insanın olduğu yerde göz banyosu yapacaklar. Yapsınlar. Belki onlar da haklı.

Şimdi daha iyiyim. Şu markaların olduğu bölüme gideyim. Param da yetmez ya! Uygunundan ufak bir şey bulur muyum? Markası olur en azından. Annemin gözünü boyamaya yeter mi? Burası da ayrı bir dünya. Şık şıkıdım kadınlar, sanki davete gider gibi alışverişe gelmişler! Giyinecek tabii, ya bir ahbabıyla karşılarsa? Olmaz, en havalı şeklinde, kolunda kocaman marka çantası, ayağında uyduruk bir spor ayakkabıya sırf üstünde markası var diye verdiği binlerce liralık ayakkabısıyla olmazsa olmaz. Bu benim en doğal halim şekerim modu. Güldürüyorlar beni. İçindeki adam değilse ne giysen fayda etmez şekerim. Hani Mevlâna der ya “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok” O minval işte…

Of! Burada yok bütçeme uygun bir şey. Dön geri. İnce bir bilezik alsam? Diğerlerinin arasında kaybolsa da takar belki. Altın en nihayetinde.  Yok, takmaz. Üç sene evvel bütçemi aşıp almıştım bir bilezik. Onu da takmadı. Beğenmemiş. Öyle dedi… Kim bilir onu ne yaptı? Vermiştir birine. Ay, çıldıracağım. Ne almalı? Ne almalı? Geliyor gene o el. Yutkunamıyorum. Ter bastı. Toparla kendini. Eninde sonunda bir hediye. Al işte bir şey. Bırak şu illa beğendireceğim iddialarını! Beğenmezse beğenmesin. Neyini beğendi ki senin? Ne zaman gurur duydu ki seninle? Okulları en iyi derecelerle bitirdin. Olmadı. Çünkü yurtdışında okumadın. Evlendin. Kocayı beğenmedi. Zengin bir ailenin oğlu değildi. Boşandın. Bu sefer kocayı elinde tutamadın oldu. İş hayatında yükseldin. Az geldi. Hep eksik, hep eksik… Şimdi alacağım herhangi bir hediye mi beğenecek? Boş ver! Al herhangi bir şey. Aldım mı aldım! Hediye mi hediye! Topu ona at. O düşünsün. Oh! Rahatladım sanki biraz.  Eli hissetmiyorum en azından.

İlk dükkândan al bir şey çık. At kendini Rumelihisarı’na. Rüzgâr essin yüzünden püfür püfür. Boğazı taçlandırmış erguvanları, mor salkımları seyret, fotoğraf çek, kızlarla buluş. İçine çökmüş karayı pembe-mor boya. Efsaneye göre İşkarot Hz İsa’ya ihanet ettiği için utanır, pişmanlık duyar ve kendini erguvan ağacına asar. Erguvan ağacının da bu utançtan dolayı aslen beyaz olan çiçekleri mor açar. Mayıs ayının ağacı olan erguvanla anneler gününün aynı aya denk gelmesi de bir tesadüf mü? Erguvanı bu kadar sevmemde bir türlü annemin kızı olamamanın verdiği utanç ve ezikliğin etkisi var mı? Pembe-mor yerine beyaz açsam annem beni sevebilir miydi?

Takma. Bak gene sardırmaya başladın. Yaş olmuş kırk hâlâ küçük çocuklar gibi mızırdıyorsun. TAKMA! Kabul et. O öyle sen de böylesin. Sen hiç sevemedin şaşaayı, parayı, markayı. Bundan sonra da sevemezsin. Nasıl takmayayım? İnsan istemez mi ne olursan ol kabulünü, hem de en sevdiğin tarafından.  Yıllarca ama yıllarca eleştirisiz, içten, sıcacık bir tebessümün peşinde koşmak ne zordur bilir misin? Öyle işler ki insanın içine, kocanın bile en ufak eleştirisini savaş sebebi sayar, onu yenmeye çalışırsın. Adam sanki düşman! Sevgiyi hep kendini beğendirmeye indirgediğin zaman ne evlilik yürüyor ne de herhangi başka bir ilişki. Kendini bile unutuyor insan. Ben kimdim, neydim, ne severdim? Düşünme bunları. Bırak geride. BIRAK ARTIK! Al bir hediye çık şu kahrolası AVM’den. Neyse ne! Ne o değişecek ne de sen! Bırak, bildiğin gibi yaşa.

Ter içindeyim. İnce de giyinmiştim ama. Buranın havası iyice boğucu olmaya başladı. Evet evet, ilk dükkândan bir şey alıp çıkmalı. Yarın nerede kutlanacak anneler günü ayrı bir kriz. Şimdi al ve çık. Biraz rahatla. Yarına kuvvet topla. Hah! Şurada güzel şallar, fularlar var. Bir eksik bir fazla fark etmez. İster takar ister takmaz. Al geç. Ne güzel renkleri, desenleri var bunların. Bayıldım. Kendime mi alsam? Dur şimdi, görevini unutma! İlk iş anneme hediye almak. Şu fuların rengi ne güzel. Tam erguvan rengi. Hem de ipek. Hoş. Bunu alayım ben. Beğenmezse ben takarım.  Belki de beğenir. Bizans imparatorluğunda mor hanedanın rengiydi ya, hani imparatorluk ailesinin dışında kimse kullanamazdı ya, güç ve zenginliğin simgesiydi ya. Belki beğenir. Bence beğenir. Taktığında ben erguvan diye bakarım o da mor diye bakar. Anlaşırız.