Üçüncü film başlayınca yavaşça kalktılar yerlerinden. Önden ikinci sıranın ortalarında oturuyorlardı. Sıranın başına doğru ilerlerken diğerlerini engellememek için nezaketle eğiliyor ve önlerinden geçtikleri seyircilere çarpmamaya çalışıyorlardı. Rahatsız olanlara da yine kısık sesle “Affedersiniz,” “Affedersiniz kusura bakmayın” diyerek ilerliyorlardı. 

Ufak tefek de olsalar sıradan çıkmaları zaman aldı. Salon çok büyüktü ve bütün koltuklar doluydu. Sahnenin önünden bakıldığında en arka sırayı görmek neredeyse imkansızdı. Merdivene yöneldiler. Yukarı doğru ilerlerken filmden saçılan ışık ve sesle birlikte salonun ne kadar heybetli göründüğünü fark ettiler. Zirveye varmak vakit alacaktı. Bir süre durup insanları izlediler. Perdeye çivilenmiş bakışlar, ışık ve karanlığın epey bir vakittir sürmekte olan oyununa eşlik edercesine kâh beliriyor kâh kayboluveriyordu. Kimisi mısır yiyor, kimi de elini filme doğru uzatmış yanındakine bir şeyler fısıldıyordu. Adamakıllı uyuyanlar bile vardı. Destek yaptıkları elleri başlarının ağırlığını taşıyamayınca kafaları pat diye düşüveriyordu. Birbirlerine bakıp gülüştüler. 

Bu üçüncü filmdi. Dördüncü saate girilmişti. Yaşlarına uygun küçük adımları, her biri neredeyse yarım metre büyüklüğündeki kırmızı halı kaplı basamakları çıkmakta zorlanıyordu. Henüz daha salonun ortasına gelebilmişlerdi. Yeşil ışıklı ‘çıkış’ tabelası alay eder gibi en yukarıdan nasıl da sinsi sinsi gülüyordu. İki basamakta bir kafalarını kaldırıp ne kadar kaldığına bakıyorlardı fakat salon aşılamaz yükseklikte bir dağ gibi uzayıp gidiyordu önlerinde. 

Sabahtan beri buradaydılar. Üstelik filmlerin de tadı kaçmıştı. Sevdikleri kovboy filmleri bitmiş, sıra hiç ilgilerini çekmeyen bir aşk filmine gelmişti. Kapının olduğu tarafa bakınca oldukları yerde sayıyor gibi hissettiler bir an. Hiç yol alamıyorlardı sanki. Üstelik yorulmuşlardı da. İkisi daha fazla dayanamayıp küskün küskün önlerindeki merdivene oturuverdi. Perdedeki adam ve kadın birbirlerine aşk dolu sözler söylerken mideleri gurul gurul ediyordu. Nedense kovboy filmlerini izlerken gösterdikleri coşkuyu bu tür filmlerde tamamen kaybediyorlardı. Son derece ilgisiz bir tavırla, adeta dudak bükercesine bakıyorlardı perdeye. Diğeri ise ayaktaydı. Onun gözleri filmde değil, salonun içinde dolaşıyordu. İnsanların nasıl oluyor da acıkmayıp hâlâ film seyretmeye devam ettiklerini anlayamamıştı bir türlü. Fakat sonra karanlığın içinden seçebildiği kadarıyla, hemen hepsinin ekmek arası bir şeyler yediğini gördü. “İyi fikir” diye geçirdi içinden. “Bir dahakine biz de yapabiliriz bunu.” Derken gözü birisine takıldı. Zaman çatallandı. Sesler yankılana yankılana söndü gitti. Renkler değişip dönüştü. Mekân esnedi. Bir sapan lastiği gibi gerildi ve sakince eski halini aldı. O hariç, salondaki herkes kayboldu ve hemen sonra geri geldi. Okuldan bir kız, ama çok güzel bir kız. Nasıl da hayran hayran bakıyordu perdeye. Belli ki seviyordu böyle filmleri. Yalnız mı gelmişti? Hayır, yanındaki annesiydi. Okullar iki aydır kapalıydı ve onu burada göreceği nedense hiç aklına gelmemişti. Neden gelmemişti ki!? Kalbi gümbür gümbür atmaya başladı. Heyecandan bayılacaktı neredeyse. Gözlerini kızdan alamıyordu bir türlü.   

Okulun daha ilk gününden iyi anlaşmışlardı. Annesi ve babasının işi sebebiyle sürekli şehir değiştirdikleri için arkadaşlarını hep geride bırakmak zorunda kalıyordu. Ayrılmak istemediğinden boyunlarına sarılıp salya sümük ağladığı zamanlar o kadar çoktu ki.  Çok sevdiklerinden hiçbir zaman kopmak istememişti. Her zaman onlarla birlikte olmaktan, saatlerce oynadıkları oyunları her gün tekrar tekrar oynamaktan, aynı saatte aynı yerde buluşup karınları ağrıncaya kadar gülmekten vazgeçmek istememişti. Gittikleri hemen her şehirden böylesi ağır bir duyguyla koparılmıştı hep. Bir ağaç gibi kökleriyle birlikte yerinden sökülüp bir başka yere dikilmişti. Bu yüzden annesi ve babasıyla günlerce konuşmadığı zamanlar oldu. Onları anlamak istemiyordu. Her gittikleri yerde aynı film, kendileri hariç farklı oyuncularla tekrar ediyor gibi geliyordu. Bir süre sonra her gün oturduğu tahta okul sırasının üzerine kendi ve en yakın arkadaşlarının adını kazımayı bıraktı. Bunun bir anlamı olmadığını anlamıştı. Şimdi yaşıyor oldukları şehirde iki yılı geride bırakmış olmalarına rağmen hâlâ emin olamıyordu. Kendi aklınca bir inanç geliştirmişti. Birkaç parça oyuncağının olduğu bir kutuyu bantlı bir şekilde odasında tutuyordu. “Burada da kalıcı değilsiniz, hazır ol!” demekti bu. Üzeri bantlı açılmamış bir kutuya böylesine bel bağlamak, amatör bir sihirbazın, insanın içini burkan hüzünlü bir gösterisi gibiydi. Arkadaşlarına döndü:

“Siz çıkın, geliyorum ben şimdi.”

“N’oldu oğlum niye ki?”

“Gidin siz. Geleceğim ben.”

İkisi, bir basamağı iki adımda çıkarak yavaş yavaş başladılar yine yukarı doğru tırmanmaya. Arada bir dönüp salona bakmayı da ihmal etmiyorlardı. Diğeri ise olduğu yerde kala kalmıştı. Bir perdeye bakıyordu bir salondakilere. Önündeki adam uyuyordu. “Bence ikinci filmden beri uyuyordur” diye geçirdi içinden. O bunu düşünürken ışıklar birden adamın yüzüne vurdu. Çocuk irkildi. Gözleri kapalı da olsa adam aklından geçenleri duymuş gibiydi. 

Gözü kızı aradı. Göremedi. Heyecanlandı. Önündeki adama bakarken gözden kaçırmıştı. Filmden ışık gelmiyordu. Salon karanlık. Kız gitmiş olmasın?

“Of ya!”

Bunu söylerken birazcık bağırmış ve adamı uyandırmıştı. Göz göze geldiler. Çocuk ne diyeceğini bilemedi. Derken adam yavaşça kapadı gözlerini ve uyumaya devam etti. Diğeri biraz daha bakındı. Göremedi. Çıkmış olabilirlerdi. Hızlı hareket ederse belki kapının önünde görürdü. O sırada arkadaşlarının yukarıdan el sallayıp fısıltıyla kendisine seslendiklerini işitti. Koşar adım çıkmaya başladı merdivenleri. Nefes nefese kalmıştı. Zararı yoktu. Yarın ilk iş sıranın üstüne arkadaşlarının ismini kazıyacaktı. En üstte hangisinin adının olacağıysa zaten belliydi.