– Fuzuli, oğlum kap gel bi gazoz.
– Tamam abi, hemen.
– Soğuk olsun haa!
– Ayıpsın abi, sıcağı olmaz bizde zaten. Buzz gibi getirecem sana.
– Fuzuli, şemsiyeyi açar mısın?
– Tamam ablam, hemen.
– Fuzuli, benim test nerede kaldı? Ölcez açlıktan.
– Getiriyorum şimdi.
– Şezlong kalmamış, var mı başka? Şuraya koysak?
– Yok be ablacım, olan ne varsa burada. Erken gelen kapıyor. Giden olursa ayarlarım sana ablam.
Asıl adını hatırlayan kalmadı. Fuzuli aşağı, Fuzuli yukarı. Çalışmak, oradan oraya koşturmak vız gelir tırıs gider Fuzuli’ye. Kuruş kuruş biriktirir bahşişleri. Bahşiş vermeyenlere de vermesini öğretir icabında. Mevsim açıldı. Plajın geleni gideni gırla. Fuzuli şezlonglar, şemsiyeler arasında pire gibi. Yazlıkçılarla gündelikçiler arasında da ara bulmak onun işi. Birbirlerine kum atan çocukları engellemek de. Siparişleri de asla karıştırmaz. Kimin sucuklu, kimin kaşarlı tost, kimin ayran kimin gazoz istediğini hiç unutmaz. Yazlıkçıların bellidir zaten yedikleri içtikleri. Huyları suları da. Ama o gündelikçiler yok mu? İşte onlar fena… Hepsi başka, hepsi ayrı belâ. O yüzden pek sevmez gündelikçileri Fuzuli. Elleri de nekes olur bunların.

Sabah erkenden doluşmaya başladılar gene. Gündelikçiler günü dolu dolu yaşamanın telaşında erken gelirler. İyi yer de kaparlar hem. Yazlıkçılar rahat. Ancak öğlene doğru. Fuzuli’nin gözü az önce gelen tombul teyzede. Biliyor, az sonra çağıracak onu şemsiye için. Hep böyle bu teyzeler. Nitekim;

– Oğlum, az bi gelsene. Şu şemsiyeyi açıver sana zahmet.
Koşuyor Fuzuli. Tam şemsiyeyi açacak, plajın girişindeki kadına takılıyor gözü. Uzun sarı saçları, kırıta kırıta yürürken dalgalanıyor sağa sola. İncesinden bir bluz üzerinde. Bikinisi görünüyor. Eller, ayaklar ojeli. En kırmızısından. Başında şapka, gözünde kocaman güneş gözlüğü. Sanki artist! Fuzuli’nin içi gıcıklanıyor, eli ayağına dolanıyor.
– Ne oldu oğlum, bozuk mu şemsiye?
– Yok, abla yok. Açıyorum hemen.

Bir gözü artistte. Nereye oturacak? Artist en arka sıralardan bir şezlonga çantasını koyup üzerindeki ince bluzu çıkarıyor. Aman Allah’ım o ne? Tanga giymiş kadın. Fuzuli’nin gözler fal taşı. Pek kimse giymez tanga buralarda. En fazlasından bikini. O da iyice yüksek belli, kalın kenarlı olanlardan. Onu çağıranlara aldırmadan hemen koşuyor yanına.
– Şemsiyenizi açayım mı?
Artist, şöyle bir bakıyor gözlüklerinin üzerinden. Fuzuli mavi denizlerde yüzüyor. Boncuk boncuk terliyor. Allahtan hava sıcak.
– Açsana dedik ya! Ne bakıyorsun öyle?
Sesi sanki şarkı… Akşamları kulübesinde dinlediği Emel Sayın’dan bile güzel. Şemsiyeyi açıyor hemen.
– Başka bir şey ister misiniz? Çay, kahve meşrubat? Hemen getiririm.
– İstemez, belki sonra. Berilerden çağrıldığını duyuyor.
– Oğlum Fuzuli, deminden beri çağırıp duruyoruz duymuyorsun. Ne oldu hasta falan mısın?
Bütün gün artistin önünden arkasından geçiyor Fuzuli. Hani görüp de bir şey ister mi diye. Pek bir şey istemiyor artist. Öğle saatlerinde bir çift kaşarlı tost, yanına da kola. O kadar. Saat beşte de toparlıyor çantasını gidiyor. Fuzuli bakakalıyor arkasından.

En geç saat sekizde tamamen boşalır plaj. Fuzuli, varsa, açık şemsiyeleri kapatır, ortada kalmış çeri çöpü toplar, ertesi güne hazır eder plajı. Plajın az ötesinde bir kulübesi var. Plajın işletmecisi depo diye kullanırmış orayı. Fuzuli gelince kalsın diye orayı göstermiş. Ahşaptan çakılmış bir yatak, bir piknik masası ve bir teyp Fuzuli’nin bütün dünyası. İşi bitince kulübesine gider, kıyıya vuran dalgalara karşı açar teybini. Biraz peynir ekmek yiyip çay içer mehtaba karşı. Yoktur içkiyle arası. Genelde Emel Sayın yoldaşı.

Yorgun argın kulübesine girdi. Çay koydu piknik tüpünün üstüne. Yatağının altından bavulunu çıkardı. Aradığını buldu hemen. Zaten üç-beş eşyası bavulda. Fazla bir şey koymamıştı şehri terk ederken. Bir pantolon, bir-iki tişört, gömlek, biraz da iç çamaşırı ve çorap işte. Bir de kitabı. Lise üç, edebiyat kitabı. Kitabı çıkardı bavuldan. En son okuduğu sayfayı açtı.

Perişân hâlin oldum sormadın hâl-i perişânım Gamından derde düştüm kılmadın tedbir-i dermânım

Fuzulî’yi inceleyeceklerdi tam. Kitabın 95. sayfasını açın demişti Melek Öğretmen. Kapı birden açılmış, babası hışımla girmişti içeri. Kalk kalk, gidiyoruz, diye kolundan tutmuştu sıkıca. Öğretmen ne oluyor, böyle giremezsiniz sınıfa dediğinde sen karışma diye bağırmış, okul çantasını bile almasına izin vermeden ittire ittire çıkarmıştı sınıftan. Telaşla önünde açık duran kitabı alabilmişti bir tek.

Korkardı babasından. İçip içip gelir, bağırır çağırır, bazen de döverdi. Çoğunlukla da annesini. Kendisinin de pay aldığı olurdu bu dayaklardan, tekmelerden. O sabah okula gelirken gene bağırtı, gürültü vardı evde. Görünmemek için kahvaltısız süzülmüştü evden dışarı. Okula, sığınağına, koşa koşa gitmişti. İkinci ders edebiyat. En sevdiği ders. Edebiyatı sevdiğinden değil. Melek Öğretmen’i sevdiğinden. Adı gibi melekti. Sapsarı uzun saçları, her zaman bakımlı hali, kırmızı ojeli, ince uzun parmaklarıyla Fuzuli’nin rüyalarına giriyordu epeydir. Gözüne girmek için sıkı çalışıyordu. Notları da iyiydi. Seviyordu öğretmeni onu. Aferin bile demişti. Duymamıştı ki hiç aferin başka kimseden. Otobüs garına gitmişlerdi hemen babasıyla. Öyle, üniforması üstünde, kitabı kucağında. Ya annem diye sormuştu babasına. Yok artık annen demişti babası kısaca. Babası tutuklandığında öğrenmişti annesini bıçaklayarak öldürdüğünü. Bir sene kadar dolaşmışlardı o kasaba senin bu kasaba benim. Babası iş buluyor, iki gün sonra kovuluyordu içkiden. Fuzuli’yi de işe koyuyordu. Kazandığı parala içkiye. Sonra nedense birden toparlanıyorlar, haydi başka kasabaya. Yeniden başlıyordu aynı döngü. Bir gün bindikleri otobüs durdurulup polis babasını tutuklayıncaya kadar sürdü gitti bu böyle. Babası hapse düşünce sokakta kaldı Fuzuli.
İstanbul’a dönüp annesinin mezarını buldu önce. Duasını okudu, vedalaştı annesiyle. Oradan otobüs garına gidip, nereye gittiğine bakmadan kalkan ilk otobüse bindi. Otobüs Akçay’a gidiyordu. Dolaştı Akçay’ın sokaklarında boş boş. Yorulunca deniz kenarındaki banka oturdu. Kitabını açtı. Fuzulî’nin şiirinin olduğu sayfaya baktı. Melek Öğretmen hep aklında.
Vay, demek Fuzulî okuyorsun, dedi bir ses yanından. Plajın işletmecisi Necati Abi’yle böyle tanıştı.
– Adın ne senin?
– Erkan.
– Ne yapıyorsun burada?
– Hiç. Kimim kimsem yok, iş arıyorum abi.
– Gel o zaman benimle. İş verelim sana.
O gün bugündür Akçay’da Fuzuli. Kuruş kuruş biriktiriyor bahşişleri. Kafasına koydu. Liseyi bitirip diplomasını alacak. Fuzulî’nin o şiirini anlayacak, Melek öğretmeni bulacak, bir aferin daha alacak.