Çok ağladı o gün. Alevlerle cızırdayan göğsü gözlerinin selleriyle ıslandı.
Kopardığı ekmek parçası pütürlü bir taştan lokma olup düğümlendi
boğazında. Yutkundukça içi yarıldı. Sofranın başında kıyıya vurmuş balık
gibi kendinden geçerken kara eldivenli bir çift el belirdi gözlerinin önünde.
Sağ eliyle sıkı sıkı tuttuğu silahın namlusunu ağzına doğru yöneltip
“Aç!” dedi. Direndi. Sonra sol el yüzüne abandı, dişleriyle kilitlediği ağzı-
nı siyah eldivenin içine sakladığı kanlı parmaklarıyla zorla açtı. Namluyu
ağzının içine sokup “Öldürmez,” dedi. “Sahtedir.” Tetiği çekti. Hafif bir çıt
sesinin ardından kadının boğazına dizilen lokması taşkın bir kan seline
kapılıp midesine düştü. Tank paletleri altında çiğnenmiş kırmızı karanfil
kokusu yaktı genzini. İçi çalkalandı.
Bağrını söken öğürtülerle gözlerini açtı. Günlerdir uykusuz gözlerinin bir
kaç dakikalık belki de birkaç saniyelik gündüz rüyasının esaretinde nefessiz
kalmıştı.
Genç bünyesinin yorgun ruhuyla ağır ağır ayağa kalktı. Başı dönüyor midesi
bulanıyordu. Odadan farkı olmayan salona dolmuş yoğun gaz kokusunun
etkisiyle ayakları yerden kesilmiş gibi boşlukta asılı hissetti kendini.
Boğuluyordu. Eşyalara, duvarlara tutunarak mutfağa zor attı kendini.
Tezgâhın üzerindeki gaz ocağı sinsi bir yılan gibi zehrini fısıltılarla ortalığa
boşaltıyordu. Demir çaydanlıktan taşan su ocağın üstünde göllenmişti.
Ocağın yanındaki düğmesine uzanıp çevirdi, fısıltılar birden durdu. Mutfak
masasının svri köşelerine çarpa çarpa pencerenin önüne geldi. Çift
kanatlı camın her iki kanadını da açtı. Derin derin temiz havayı soludu.
Ciğerlerine dolan oksijenle gaz yer değiştirdi, kendine geldiğinde salona
dönüp oradaki pencereleri de açtı.
Salonun bir köşesine iliştirilmiş küçük masada, kahvaltı sofrasını ne zaman
hazırlamış olduğunu hatırlayamadı. Hazır masa günlerdir unutulmuş
gibiydi. Peynirler tabakta sararmış, yeşillenmiş, siyah zeytinlerin
suyu kurumuş buruşuk derileri çekirdeklerine yapışmıştı. İçinde çilek re-
çeli olan cam kâseyi eline alıp kokladı. Dağ çileği kokusu, rüyasındaki ezilmiş
karanfil kokusuyla yer değiştirmişti. Kâseyi masanın üzerine bıraktı.
Oturduğu yerden duvarlara baktı, badanası dökülmüş, küf kokulu nemli
duvarlara. Salon ve mutfak pencerelerinin karşılıklı esintisinden ürperdi.
Bir sonbahar ağacının altındaymış gibi dökülen sarı yaprakların hazin sesini
duydu. O sırada duvarda aslı duran takvimin varakları esintiye kapılıp
dökülmekteydi. Günler aylardan koptu koptu Haziran da durdu.
Dünya dönmeyi bırakmamıştı, ama bir anne için zaman ilerlemiyordu.
Artık mevsimleirn ne adı vardı ne tadı. Onun için aylar hep hazirandı.
Ömür saatin akrebine dolanmış, beden durmuş yelkovanın kafesine hapsolmuştu.
Yaşıtları büyüyor serpiliyorken onun küçük fidanı, bir haziran
gününde azizliğe uğramıştı. Bir arpa boyu gelişememişti annesinin gözlerinde.
Cansız bedenini, susuz bir fide gibi annesinin kollarına bıraktığı
günden beri hep aynı yaşta, aynı boydaydı. Kara gözlerinin kapanışıyla
annesinin gündüzünü karartmış, takvimlere küstürmüştü.
Kadın, hüzünlü takvimin mahcup varaklarından çekti bakışlarını. Ayağa
kalktı, açık camın önünde durdu. Karşısında yükselen ağacın yemye-
şil yaprakları arasından kendine odaklanmış bir çift kara gözü fark etti.
Yaprakların arasından sızan Haziran güneşinde ince dalın üstünde elvan
renkli tüyleri yıldız yıldız parlayan küçük kuşu gördü. Ellerini uzattı. Daldan
dala seken kuş kadının eline kondu. Kenarları sarı küçük gagasının
arasına sıkıştırdığı ekmek parçasını avuçlarına bıraktı. Kadın ellerini kapatınca
pırr diye havalandı. Acemi kanatları küçük gövdesini taşıyamadı,
düştü. “Öldü mü?” dedi kadın. Bağırdı. Başka başka coğrafyalarda yankı-
landı sesi. Değişik dillerden, değişik aksanlardan ün kattılar ününe. Haykırışına
ilk cevap Bakü’den geldi. Bir yirmi ocak ( yirmi yanvar) şehidinin
gözü yaşlı annesi “Ölmedi,” dedi. “Haziran’da ölmek zor, Ocak’ta ( yanvar’da)
ölmek gibi.”
Elleriyle kulaklarını kapattı. Birbirine karışan seslerin uğultusuyla önce
mutfak ardından giriş kapısını çarparak dışarı attı kendini. Duvardaki takvim
kadının rüzgarıyla mevsim değiştirdi sanki. Siyah beyaz varaklar sararıp
yaprak yaprak döküldü. Haziran’ı güz vurdu.
Kadın pencerenin altına koştu, elvan kuşun düştüğü yere baktı. Küçük
kuş, renklerini toprağa bırakıp uçup gitmişti. Renkleri can katmıştı yüzlerce
çiçeğe, ağaca. Kadın avucunu açtı. Küçük kuşun bıraktığı ekmek
parçasını göremedi. Yumruğunu öyle sıkmıştı ki tırnaklar avucunda kanlı
çizikler bırakmıştı.
Hayal miydi gördükleri, yoksa kâbusunun devamı mıydı, bilemiyordu.
Amaçsızca bir yokuş tırmanıyordu. Yol gerçekten yokuş muydu, gözle-
rine yaş doldukça bastığı yerler yükseliyor muydu, onu da bilemiyordu.
Tanınan biriydi galiba. Yanından geçenlerin kendisini gösterip bir şeyler
fısıldaştığının farkındaydı aslında. Oğlunun gözleriyle bakan bakışların
üzerinde çoğaldığını hissediyordu. Ve oğul da çoğalıyordu böylece.
Kendini vurduğu caddeler sokaklar bir parka düşürmüştü yolunu. Yeşillenmiş
bir ağacın koyu gölgesindeki, kahverengi banka oturdu. Geziye
çıkmış bir grup öğrenci dikkatini çekti. Elvan uçurtmalar vardı ellerinde.
Beklenen rüzgârın esmesiyle uçurtmalar maviliklere havalandı. Kuş cıvıltısıyla
şenlendi dünya. Kadın başını kaldırıp ağaca baktı. Öldüğün zannettiği
küçük elvan kuşun yüzlercesi şakıyordu üstünde. Onun minik yavrusu
da aralarındaydı gagasındaki ekmek parçasıyla.
Çok ağladı o gün. Alevlerde cızırdayan göğsü gözlerinin selleriyle ıslandı.
Her geçen Haziran bir öncekinden daha fazla yakıyordu canını. Yarası kabuk
bağlamayacaktı anlaşılan.