Sırtını Rum mezarlığının duvarına yaslamış duruyordu.  Kaldırımdan biraz içerdeydi ama caddeyi boylu boyunca görebiliyordu. Gecenin sessizliğini elektrik direklerinden birinin trafosundan ara ara gelen cızırtı bozuyordu. Bu saatte geçen araç olmazdı pek. Arkadaşları biraz ilerdeydi.

İleriden gelen karaltıyı seçemedi önce, daha beş dakika bile olmamıştı başlayalı. Biraz yakınlaşınca anladı, farları yanmıyordu aracın, ıslık çalıp telaşla koşmaya başladığında araçla burun buruna geldi. Soluk mavi bir ışık çaktı aracın tepesinde, biran duraklayıp hızlandı sonra.

Nefes nefese koşuyordu bildiği sokaklarda. Uzaktan bağırış sesleri geliyordu.  Bir iki pencerede ışıklar yandı ve hemen söndü…

Sadece bir iki adım kaçar gibi yapılıyor, sonra birisi bağırıyordu topu yakalayınca. “İstop!” Gün boyu koşturulmuştu ama hava kararmaya başlasa bile yinede topluca bu oyunu oynama isteği ağır basıyordu. Kim bilir belki evlere girilmek istenmiyor, gündüz ortalarda olmayan kızlarla beraber oynanabilen bu oyuna onların varlığının kattığı tat cezbediyordu insanı. Zaten çok geçmeden toplanıyorlar ve içlerinden birilerinin oturduğu apartmanların arasında, o zamanlar sıkça görülen tahtaları kararmış ahşap evin bahçe merdivenlerinde oturup konuşmaya başlıyorlardı. Sonra yaşı biraz küçük olanlar ayrılıyordu yanlarından. Konu bazen ciddileşiyor, ortaya dökülen sözcükler, konuşmayı ve konuşanı daha dikkatle dinlenir kılıyordu.

Yaz geceleri adeta istemiş oldukları her şeyi onlara veriyor, bütün konuştuklarının gerçekleşebileceğine, yapılabilecek her şeyi yapabilecek güçleri olduğuna ve kaderlerine hükmedebileceklerine inandırıyordu onları.

Onlarla biz farklıyız diye cevap vermişti sorusuna. Sonra sana getireyim dergileri okursun istersen demişti. O da okuduğu kitaplardan söz etmişti. Biliyordu bahsettiği kitapları da, sonra konuşmuşlardı biraz daha birkaçı bir arada.

Öyle hep otursalardı o merdivenlerde, hep konuşsalardı.

Açık pencerenin önünde uzaklarda yanan ışıkları seyrediyordu. Üniversitenin bahçesine rasathane olarak yapılmış kule artık bir gün sonraki hava durumuna göre renklendiriliyordu. Yeşil renkti yanan. Hemen yanında Süleymaniye’nin mahya ışıkları parlıyor ve biraz aşağısında Galata köprüsünün suya yansıyan ışıkları seçiliyordu. Diğer yanda diğerlerinden hemen ayırt edilen gökdelenlerin ışıkları…Karanlık bir çayır gibi uzanan denizin üstünde soluk ışıklarıyla küçüklü büyüklü gemiler.

Gece ilerledikçe duyulan ağustos böceklerinin sesleri içini huzur dolduruyor ve belli belirsiz esen rüzgâr onu, sadece onu düşündürüyordu.

Eskiden tanıyordu onu aynı mahallenin çocuklarıydılar. Bazen ailecek gidilen yazlık sinemalarda aynı sırada oturuyorlar çıkarken girerken merhabalaşıyorlardı. Beyaz bir elişi örgü hırka olurdu giysisinin üstünde, sinemanın ışıltılı mekânında parlayan belli belirsiz. Bazen de akşamları yukarı aşağıya yürünen caddede hemen önündeydi o beyazlık. Ama iş karşılıklı konuşmaya gelince, işte nedense birden konular farklılaşıyor sözcükler bağımsızlaşıyordu kendiliklerinden. Ama yine de iyi ki vardılar, güçlü bir dost gibi yardıma koşuyor zamanı bir süreliğine de olsa durduruyorlardı.

Balkonlarda ışıklar yanmaya devam ediyordu. Bayraklar asılmıştı bazılarına. Gündüzün ana caddeden düzgün sırayla bando eşliğinde geçen askerler gece, mavi ışıklarla aydınlatılmış defne dallarıyla süslenmiş üstü açık Cemse’lere bindirilmiş arka arkaya dolaşıyorlardı. İnsanlar dizilmiş seyrediyorlardı yol kenarlarında

Artık oyunlara da pek katılmıyor öylesine seyreder gibi yapıyordu sadece. O da uzak duruyordu sanki ondan. Dergi götürüp götürmediğini hatırlamıyordu şimdi. Gece buluşacaktı yine arkadaşlarıyla. Mezarlığın içinde toplandılar, tanımadıkları vardı içlerinde. Uzakta duruyor, konuşmuyorlardı. Hadi bakıp durma öyle şunu karıştır dedi yanındaki, sonra hep birlikte yola çıktılar hazırlıklar tamamlandığında. Yeni gelenler geriden takip ediyordu gurubu. Laz diyorlardı ona taşıdığından dolayı. Daha sonra gazetelerde fotoğraflarını görecekti o ikisinin

Hep böyle gizli kapaklı değildiler tabi, delinmiş tenekelerde ateş yakıp başında marşlar ve şarkılar eşliğinde tartışıp eğlendikleri de oluyordu sıklıkla gecenin ilerleyen vakitlerine kadar.

Bir keresinde tanımadığı sarkık bıyıklı yüzler kesmişti yolunu karanlıkta. “Siz mi yapıştırıyorsunuz ulan duvarlara o kâğıtları” diye bağırmışlardı. Bileklerinde sarılı zincirler taşıyorlardı. İstemsizce tükürmüş yere ve devam etmişti yoluna. Herhalde ‘dolu’ olduğunu düşünüp ses etmemiş olsalar gerekti. Sonradan sanki bir başkasının davranışı gibi gelmişti gözüne bu yaptığı.

Şimdi Cemse’de kendisi de vardı. Elleri kelepçeliydi. Bir kışladan diğerine geç vakit yola çıkarılmışlardı. Defne dalı yoktu bu defa ama güzel ağaçlıklı bir yoldan ilerliyorlardı. Ayakta durmaya çalışan asker silahına sıkıca sarılarak “öğrenci olan yanar bu işte” diyordu kendinden emin olmaya çalışan bir edayla. Mehtabın aydınlattığı gecede yol kenarında ara ara görülen evlerin duvarlarına yapıştırılmış afişlerde kırmızı sözcükler okunuyordu.‘Katil Oligarşi’. Yırtılmış bir başkasında ise bir resim ve altında ‘Hesabı sorulacak’ yazısı. Yoksul mahallelerdi buralar kentin dışında kalmış tek katlı, yolu izi olmayan ama bahçesine ağaç dikilmiş yoktan var edilmiş yuvalardı.

Vardıkları yerde onu nedense diğerlerinden ayırdıklarında yalnızlığında o hep düşündüğü başkasının bir kâğıtta yazdığı sözcükleri ve bir vapur gezisinde birlikte seyrettikleri ay ışığı vardı. Harbi ol demişti komutan sorguda. Nasıl olacaktı bilmiyordu.

Gömleği tenine yapışmıştı sıcaktan. Tırmanıp duvarın önündeki çatı benzeri yükseltiye çıktığında, ayağını bastığı ‘ondülin‘ plakalar kırılmıştı. Bir ayağı boşluğa düşmüşken yine bugünkü gibi çaresiz hissetmişti kendini. Elindeki kova dökülmüş her yer yapış yapış olmuştu. Gelmeyin oğlum çökecek burası demişti. Sonra gömleklerini birbirine bağlayıp ötekiler çekip çıkarmıştı onu bu saçma durumdan.

‘Cami avlusundan toplamamışlardı ya bizi’ biliyorlardı onlarda, biz her şeyi biliyoruz diyorlar ama yine de soruyorlardı işte, o da biliyordu, o da sormamış mıydı bakışları ile öncesinde gözlerini gözlerine dikerek. Bilmiyor muydu sevdiğini sanki. Ne olur ne olmaz diye yırttığı kâğıtta ise sorudan çok cevaptı yazdıkları.

Film aralarında açacakların cam şişelere sürtülerek çıkarılan seslerin satışına eşlik ettiği ‘Fruko’ gazozları özlemişti. Ağzı kupkuruydu tuvalet musluğundan su içmelerine müsaade vardı yalnız ya da mecbur kalmış içmiş şimdi öyle hatırlıyordu.

Yazlık sinemalar kapanmıştı artık. Solgun resimli afişler kalmıştı bazı duvarlarda, kazıyarak çıkarılmaya çalışılmış kendi astıklarının yanında. ‘Fantoma’nın kaçışı ya da iftiharla sunulan bir şarkıcının ismi, şu tarihte sinemamızda diye takdim edilen. Eskiden bu afişlerle süslenmiş arabalar caddede dolaşıp megafonla duyuru yaparlardı akşamki gösteriye müşteri toplamak için. Böyle bir şarkıcının semte gelip verdiği konserde karışmıştı ilk ciddi kavgasına, tahta sandalyeler uçuşup durmuştu havalarda bir süre sonra nasıl olduysa devam etmişti konser sinema salonunda kaldığı yerden.

Aniden bastıran yaz yağmuru caddeyi ıslatıyor, asfaltın ıslaklığında arabaların yansıyan ışıkları oynaşıyordu.

Koş oğlum koş diyordu yanındaki arkadaşı telaşla, bir kere daha demişti bunu ara sokaktan koşup gelerek yanına ve koşmuşlardı beraber. Ötekiler durdurup soruyordu elindeki ne diye. Kostik sadece kostik diyor ve sakince yere döküyordu. Yapışkan sıvı döküldüğü yerde gittikçe genişleyip yayılıyor, resmi ayakkabılarına bulaşıyordu durdurup soranların.

Biraz sonra bir araç yanaşıyor, içindeki Ankara yoluna nasıl çıkacağız diye soruyordu. Ters istikameti gösterip sebepsizce bir şeyler söylemeye çalıştı ama bir türlü ses çıkaramadı. Silah sesleri ve gazete fotoğraflarıydı artık sonrası.

Sona ermekte olan yaz gecesi kulağına soru ve cevap sözcüklerini fısıldamaya devam ediyordu.