Beni hangi rüzgâr atmıştı buralara? İşsizlik! Öngörebildiğim ama bir türlü önleyemediğim, aniden işi bırakma kararım… Yaşamımdaki her şey gibi bu da paldır küldür, plansız ve hazırlıksız oldu. Bir bakıma iyi de oldu. Sonra hayatımı minimalize etme mecburiyeti beni bu kıyı kasabasına sürükledi. İyi tarafından bakarsam, balık kültürüm arttı. İstanbul’dayken balıkların mevsimlerini de türlerini de bilmez, sadece yanında llle de rakı içildiğini bilirdim. Denizden babam çıksa yerim diyenlerden olmadım, hiçbir zaman da olacağım yok. Dedim ya, buralara yolum düşeli balıkları da denizi de tanıdım. Bugün ‘benim’ diyenle yarışırım. İlyas Kaptan sayesinde, sağolsun. Adadaki yalnız gecelerimin, şaşkın ve aylak günlerimin filozofu İlyas Kaptan.

 

Neredeyse her akşam sofrasından balığı ve rakısı eksik olmayan İlyas Kaptan’la ilk tanıştığımda balıkçıdan ziyade deniz bilimleri profesörü izlenimi edinmiştim. Ben de rakı ve balık profesörü sayılırım neticede demişti ciddi bir tavırla. Sözü sohbeti, masasındaki balıklar kadar bereketli değildi bilmem neden? Şerefe der ve hep denize bakardı. Beklediği her neyse, denizden çıkagelecekti sanki. Radyodan bir müzik sesi, dudaklarında bir şarkı türkü mırıltısı duymadım hiç meslektaşlarının dem saatlerindeki gibi.

 

Kadim dostum Nezih’in geleceğini öğrendiğimde, balığın en tazesini en lezzetlisini yedireceğim için muzipçe gururlandım. Bu konudaki güvencem İlyas Kaptan’dı tabii ki.

 

Kekik, hanımeli, biberiye, şakayık, çan çiçekleri kokularının birbirine karıştığı sokak boyunca yürürken Nezih’e çekeceğim akşam ziyafetini kafamda canlandırıyordum. Martı çığlıkları balıkçı barınağına yaklaştığımı duyurdu bana. İlyas Kaptan’ın en dipteki içerlek köşesine, alışkın adımlarla ilerledim.

Balıkçı dostum her zamanki gibi külü filtresine dek uzamış sigarası ve yarım gülüşüyle karşıladı beni. Naber n’olsun dan sonra merakla “Bugün benim için ne var Kaptan?” dedim. Bugün mezat yoktu be Haydar’ım sana bir şey ayırmadım demesin mi!

Niye be Kaptan ne oldu hayrola? Yapma İlyas Kaptan misafirim var, kırk yılın başı! Yakınmalarım arasında martılara attığı balıkları sordum. “Dünden kalan artıklara üşüşüyor onlar, sen martı olsan bile vermem sana dünden kalanı. Arkadaşının kısmetine ne yapalım, balık işi de kısmet işi değil mi?” Haklısın da ne bileyim her gün bir şeyler olurdu. Gideyim o zaman başımın çaresine bakayım iki saate kalmaz gelir, dediğin gibi ne yapalım kısmet diyerek  yönümü çarşıya çevirdim. Birkaç adım attım ki arkamdan Haydarrrr diye gürledi. Çantanı, telefonunu ya da herhangi bir şeyimi unttuğumu söyleyecek sanısıyla dönüp baktım. “Akşam saat dokuz gibi arkadaşını da al gel ama bir şartla soru sormak yok tamam mı?”

 

“Biliyordum İlyas Kaptan bana en taze en lezzetli balığını ayırdığını, az önce şaka yaptın ama inanmıştım valla, sürpriz böyle olur işte” dedim. İlyas Kaptan “Ben sana balık var dedim mi” diye çık çıklanarak söylendi. “Arkadaşıma da bir sorayım yol yorgunu ne de olsa gelir mi bilmem ki?”

“Sor tabii, gelecekseniz, önceden kayıntı yapın ha, aç kalmayın buralarda.”

 

Bu İlyas Kaptana da ne olmuştu böyle? Bilmece bulmaca konuşuyor. Kayıntı niye yapalım? Niye aç kalıyoruz anlamıyorum ki. Neyse Nezih’e bir sorarım, gelmek isterse geliriz, evde de bir şeyler yeriz. Yok, derse yorgunum, kendimize Allah ne verdiyse sofrası kurarız.

 

İnsanların fiziksel değişimleri yıldan yıla gözle görülür nitelikte olmuyordu. Nitekim Nezih’teki tek değişiklik üç günlük kirli sakalıydı. On yıldan on yıla epeyce değişiklik bulacaktık birbirimizde, şimdilik meçhul olan.

 

İlyas Kaptan’la sözleştiğimiz saatte barınaktaydık. Gözlerim her zamanki gibi tutuşturulmak için toplanmış çalı çırpıyı, yanmak için sırasını bekleyen kömürleri aradı. Zift rengi teneke ızgara, duvara dayılı kırık dökük taburelerin ve masanın bulunduğu köşedeydi.

 

-Hoşgeldiniz

-Hoşbulduk Kaptan, Nezih İstanbul’dan.

-Biliyorum biliyorum.

-Haydi binin bakalım, yola koyulalım.

 

Nereye diyecek oldum, soru yok, soru yok dercesine ters ters baktı. Sustum. İçinde rakı şişesinin bulunduğu nevaleyi daha doğrusu rakıyı nereye koyacağımı sorabilirdim hiç olmazsa, gözleriyle başaltını gösterdi. “Ben de aldım bir şeyler” dedi.

 

Belki yol yorgunluğu belki mehtabın insanı teslim aldığı huşu, Nezih’de çıt yoktu. Kıyıdan uzaklaştıkça ağustos böceklerinin sesini bastıran motorun pat patları arasında ay ışığında ilerlemeye başladık. Ayın şavkını izleyen bir rotamız vardı sanki.

 

Kıyıdan açılırkenki soru sorma sabırsızlığım, doğanın enfes manzarası karşısında körelmiş, neredeyse yok olmuştu. O anda doğa ile aramıza giren tek teknolojik belirti, motorun tekdüze pat patlarıydı. Her şey doğal akışındaydı. Altımızdaki yeşil deniz, karanlıkta kaybolan ufkun sonsuzluğunda uzanıyordu. Denizin her rengini görmüştüm bu beldeye geleli beri ama… Ama bu daha önce gördüğüm bir şey değildi. Suyun üstü pul pul yeşildi. Balıktan bir deniz. Bir saat kadar, yaklaşık üç deniz miligittiğimizi ne ben, ne de Nezih anlamıştık. Aniden bu yeşil denizin ortasında mayna etti Kaptan. Patpatlar da kesilince bu sessizilik içinde balıkların süzülüşlerinin sesini duyuyorduk adeta. Elimizi uzatsak tutacağız. Bu yeşil pul yığını altın tepsi gibi parlayan ay ışığının oyunlarıyla, ebruli renklere dönüşüyor, suda hafif hafif çırpıntılar yayılıyordu. Fosfor gibi parlayan suyun içine elini daldırdı Nezih. Eli yemyeşil oldu. Çekti hemen, biraz ürpermişti. İlyas Kaptan’a baktım. Her zamanki işini yapıyor olmanın rahatlığını aradım tavırlarında ama heyecanını saklama gereği duymuyordu. Ben de daldırdım elimi suya, hem de olabildiğince derine, omzuma kadar. Kolum yemyeşil oldu. Yavaşça çektim. Yeşillik suda kaldı. Mehtapla deniz arasında gidip gelen gözlerimizin ahengi İlyas Kaptan’ın başaltına uzanmasıyla bozuldu. Fenerini ve bir iki araç gereci aldı.

 

“Evet” dedi. Bu evet, soru sorma yasağı kalktı anlamına mı geliyordu? Bu defa benim soru sormama inadım tutmuştu! Belki de içinde bulunduğum fantastik ortam yüzünden dilim tutulmuştu. İlyas Kaptan son derece çevik hareketlerle suya girdi. Fenerin ışığı ay ışığının yumuşaklığını bozmuştu. Suyun üstüne yulaf sarısından turuncuya renkler yayıldı ama yoğun parlak yeşilin içinde hızla eridi. İlyas Kaptan gözden yitti. Fenerin ışığını izlemeye çalıştım ama yakalayamadım. İnsanın soluksuz dayanabileceği kadar bir süre sonra İlyas Kaptan’ın yemyeşil başı çıktı sudan. Farkında olmadan tuttuğum soluğumu bıraktım. Tekrar kayboldu. Aynı süre sonunda motorun yanıbaşından çıktı. Elindeki iki çipura bir lüferi motora bırakıp tekrar uzaklaştı. Motora uzandığında yeşil kolu doğal rengine dönüyordu hemen, suyla temas ettiği anda da o büyülü yeşile bürünüyordu. Bu defa sardalya ve barbunyalar vardı avuçlarında. Bir kez daha daldı ve iki lüferle döndü. Bu kadar  balık çeşidinin bir arada tutuluğunu görmemiştim hiç üstelik ağustos ortası. Son dalıştan sonra; birbirimize itiraf etmeden, yalnızlığın ürküntüsüne karşı göz kulak olduğumuz, “Remziye Hanım’a bu da” diyerek bir çingene palamuduyla çıktı motora. Bu balık tutma değil de tarladan domates toplamaya dönmüştü. On, on beş dakika sürmüştü hepi topu. Yerden ot toplar gibi balık toplamıştı İlyas Kaptan bu ağustos gecesinde.

 

Sudan çıkar çıkmaz küreklere asıldı. Motoru çalıştırmak istememişti. Bir saatte geldiğimiz noktadan 20-25 dakika uzaklıkta, karanlıkta neresi olduğunu kestiremediğim bir koya yanaştık.

 

“İşte benim İlyas Kaptan’ım, demek bize en taze balığı yedirmek için buraya getirdin, gecenin bu vaktinde denize girdin.” Derken sesimdeki minnet öyle belirgindi ki. Nezih’e dönüp, “Şansına  bak Nezih, sana bu akşam güzel bir balık ziyafeti çekemeyeceğim diye dertlenirken…”

 

İlyas Kaptan’ın eli kolu hızlı hızlı hareket ediyordu. Çalı çırpıdan oluşan ateşin üzerine başaltında her daim hazır bulunan yamuk yumuk ızgara teli koymuştu çoktan. Ateşi, bir kaç büyücek kuru dalla besledi.

 

Rakının ortaya çıkmasıyla ne soru yasağı kaldı ne de şaşkınlık.

 

“Her sene tek başıma gelirim buraya. Yılın bu gecesinde mercan canlıları çiftleşir. Bu renk  cümbüşü mercanların marifeti. Denizlerin dört bine yakın canlısı bu mercanlarda yaşar. Mercanların çiftleşmek için yaydıkları renkler sarhoş eder insanı. Bin bir çeşit renkle tavlıyorlar eşlerini. Bu çiftleşme rapsodisişafağa kadar sürer. Ben de onların senede bir gecelik birleşme ayinlerini uzaktan izleyerek kutlarım. Onların bu merasimi balıklar için şölen demektir. Bir arada bulunmayacak balıklar doluşur, büyükler küçükleri kovalar, mercan yavrularını yutar, o nedenle balık kaynar burası ama ben asla dokunmam. Bu gece bir istisna yaptım.” Sustu. Izgaradaki balıkların kokusu sardı etrafımızı.

 

İlyas Kaptan bu yaşam döngüsüne tanıklık etmemizi ve bu merasim sırasında mercanlara üşüşen balıklardan tutarak en tazesini bize sunmak istemişti. Birden “İlyas Kaptan” dedim, “ilk tanıştığımızda seni boşuna deniz bilimleri profesörü sanmamışım, sen profesör değil ordinaryüs profesörsün!”

Sabahın ikisinde balıklarımızı yemiş rakımızla demlenmiştik. Sudaki tören yerini gün doğumunun sisli ışıklarına bırakmaya hazırlanıyordu.

Şafağa yaklaşırken İlyas Kaptan’ın derin ve içli sesi duyuldu:

 

Deniz üstü köpürür hey canım rinanay rinanay nay

Kayığa da binsem götürür hey canım hey…

 

Ben İlyas Kaptan’ın çok iyi bir balıkçı olduğunu bilirdim, böyle etkili, güzel türkü söylediğini ise o gece öğrendim. O gece epeyce şey öğrendim…