Bir: Kalan

Gitti… Ben, tam da ayrıldığımız noktada öylece durmuş, ya da donmuş arkasından bakıyordum… Gittiğine… Benden bir ruh gibi yükselen diğer ben de bana bakıyordu. Belki de hem bana hem giden ona. Durduğuma… O, yürüdüğü için giderek uzaklaşıyordu benden. Yoksa bizden mi demeliyim. Geriye dönüp bakmadı. Arkasını dönseydi kimi görürdü? Görünce döner miydi, dönüp de ne eylerdi? Yol, aynı yol, zaman, yine geçip gitmekte olan bir kış öğleni. Küresel iklim değişikliği yüzünden, derdi. Cismini görmekteyken hâlâ, dili geçmiş zamana geçiverdim bile.  Bulutsuz mavi gökyüzüne şükranlarını sunan yüce çınar dalları, o dalların üzerinde en güzel ötüşüyle eşini kazanma yarışındaki bir ardıç kuşu, kendi yok sesi uzaklardan gelen ardıç kuşunun eşi, dünyanın geri kalanı, giden o ve kalan ben.  Ya da tersi mi demeliyim. Bu sefer daha bir incelmişti bedeni ve bu sefer o yüzden mi daha bir bükülmüş boynu ve kamburlaşmış sırtı.

İki: Giden

Yürüdüm. Koştum mu yoksa. Bakıyor muydu arkamdan hâlâ?.. Gittiğime… Ne kadar hızlı yürürsem o kadar çabuk uzaklaşmış olurum. Uzaklaşarak, geride bırakmalı, mesafeyi kapanmaz hale getirmeli, göz hizasından ve gönül noktasından da gitmeliyim. Oysa ne kadar çabalarsam çabalayayım bir karabasanda gibi balçıktan çıkartarak atıyorum adımlarımı. Ya da ne kadar uzaklaşırsam uzaklaşayım hep taşıyacağım sırtımda, ok gibi fırlattığı bakışlarını. Ve o bakışların ağırlığıyla yük taşıyan bir hamal gibi belim bükük, sırtım kambur, yüküyle bıraktı beni diyeceğim soranlara. Bir Ardıç kuşu ötüyor, şimdilik onu o da ben de duyuyoruz. O ötüşü duymaya devam ettiği halde benim hiçbir şey işitmediğim o an geldiğinde, yol sola doğru kıvrılmış ve görüş mesafesinden çıkmış olacağım.

Üç: Kalan

Gitti. Ona bakıyordum. Gittiğine. Hareketsiz durup kalışım, anlamlandırma çabasıydı, terk edişini, anlama çabasıydı yitirişi. Nasıl nefes alındığını unutmuş ya da nefesini tutmuş gibi bir an, derin bir iç çekişle sarsılarak, terk edilmiş, kaybolmuş bir çocuk gibi ağlamaktan korkarak şaşkın kalakalmış bir “ben”in acınası gözüktüğüne karar verdim. Başkasına aitmiş gibi hissettiğim bu ayaklarla ardından gidemem ki? Yetişmeyi bırak, cansızlaşan kolumu kaldırıp veda bile edemem. Tek yapabildiğim onu gözden kaybedene kadar izleyerek belleğime nakşetmeye çalışmak. Kâğıt olmuş bedenime, kanaya kanaya bugünü yazmak. Yok oluşun, gidişin ardıç kuşunun ötüşüyle taçlanan sevgilim. Bundan böyle ne zaman seni düşünsem, önce bir Ardıç kuşu uzun uzun ötecek.

Dört: Giden

Yürüdüm. Boyun eğmez, öfkeli bakışlarını takıp sırtıma, yürüdüm. Arkamda kalan sureti, güneş ışıklarının soldurduğu eski bir resim gibi silinecek zamanla. Ancak, o resme her baktığımda ne kadar da güzel diyerek içleneceğim. O resimde güneşin yeryüzüne gönderdiği ışınları kesip kırparak üzerimize konfetiler gibi saçan yapraklar ve dallar, soyunmuş, dökünmüş kuru dallarıyla çıplak ağaçlar, yağmursuz, karsız bir kış bahçesi, tuvalin tam merkezinde o, çapraz üst sağ köşede küçülen perspektifiyle ben olacağız. Zamanın resmi olacak tablonun ismi ve her saniye uzaklaşan ve küçülerek yok olan beni göremeyecek resme bakanlar.   

Beş: Kalan

Gitti. Bitti.  Devasa kış bahçesinin büyük demir kapısından çıkıp köşeyi döndü. Artık cismini göremiyorum. Yürüdüğü patika yolda kimse yok şimdi. Baktığım resimde gölgesinin izi bile silindi. Zamanla yok olacak birkaç ayak izi belki. Oysa kıpırdamaktan bile korkarak, böylece bakışlarımı üzerinde sabitleyerek gözlerimle tutabilirim onu ve sonsuzluğa nakşedebilirim sanmıştım. Beni bu resmin gerçekliğinden çıkaracak tek bir adım bile atmaktan ya da nefes bile almaktan ölesiye korkarak duruyorum. Artık ben bu resimde tutsağım kimseler bilmese de. Çıkartıyorum tuvaldeki resmi, alıyorum kolumun altına, geriye dönüp yürümeye koyuluyorum. Sadece gayret edeceğim yaşamaya. 

Altı: Giden

Köşeyi döndüm. Artık görüş hizasında olmadığım bir noktadayım. Durup, sigara yaktım, ciğerim yandı. Neden, beni durdurmadı, bir daha, onlarca kez daha, binlerce kez daha, eskiden yaptığı gibi. Bu kez farklı olan neydi, onu durduran, beni durmaktan alıkoyan? Bu kadarcık mı? Bir köşeyi dönersin, sesler ve görüntüler arkanda küçülerek yitip gider. Hâlâ orada, bıraktığım yerde olabilir mi? Vedalaştığımız yerde. Şu anda tek hissettiğim merak. Geri dönsem! 

İşte yine o kış bahçesinin girişindeki demir kapıdayım. Bulunduğum köşeden çaprazdaki köşeye, onu bıraktığım yere bakıyorum. Kimse yok. Boşluk. Dikdörtgen bir bahçenin, kısa ve uzun kenarlarını dar bir toprak yolun ve gerisinde tek katlı eski bahçeli binaların çevrelediği, ortasında da dut, şimşir, akasya, çınar, ceviz, incir ağaçlarının kapladığı bir o kadar dolu ve bir o kadar boş bir park-bahçe burası. Ve şu anda, dünya üzerindeki bu bahçede o yok. Oysa az önce onu burada bıraktım. Neden neden yan yana duran şu iki çınar gibi kök salamadık toprağa. Sadece güneş, toprak ve su niçin yetmedi, bize de onlara yettiği gibi. O olmayınca artık bu park, bahçe de olmayacak hayatımda. Buraya sadece onun için gelirdim! Bir de delilerin, kedilerin, eski binaların, ıhlamur, çınar, akasya, at kestanesi, servi ve çam ağaçlarının hatırı için. İnanamıyorum, her yer yerle yeksan olmalıydı az önce. Hiçbir şey olmamış gibi duran, bozulmayan bahçeye inanamıyorum.  Ağaçlar yerlerinde duruyor. Sanki o ayrılık anından beri tek bir yaprak bile yere düşmemiş. Güneş, bulut arkasına saklanmadan, yalancı bir bahar şarkısı fısıldıyor bahçeye. Ardıç kuşu da ona eşlik ediyor. Nasıl imrenilesi. Oysa yağmurlar, karlar, fırtınalarla tarumar olmalıydı her yer.

Yedi: Kalan

Zaman ne kadar daha yol aldı. Senden kalan boşluğu, bahçedeki zamanın izini görmeliyim. Bilmiyorum kaç saat külçe gibi oturduktan sonra binadan çıkıp benden ayrıldığın yere dönüyorum. İşte dikdörtgen bahçenin kösesindeyim yine. Ardıç kuşu güneşle aldatmış sevgilisini, beraberce kaçıp gitmişler. Sanki geçici bir tılsımla aydınlatılmış olan bahçedeki büyünün zamanı dolmuş da tılsım uçup yok olmuş gibi. Yerden kalkan ufak hortum girdaplarına yakalanan yapraklar, dönerek yukarıya yükseliyor. İsa’sını bekleyen çarmıhlar gibi göğe uzanıp kalmış kupkuru dallar. Yokluğunun koyulttuğu ruhsuzluk etrafımda uğulduyor. Az önce bahçenin renklerini ceplerine doldurup kaçan yaramaz çocuk sendin biliyorum. Biliyorum, bahçenin renklerini paletinde götüren o çılgın ressam da sendin. Ellerim boş, yüreğim boş, zihnime nakşettiğim resimle kalakalıyorum bir başıma.  

Sekiz: Giden

Bütün gece uyumadım.  Güneşin doğuşunu izlemek için arabamla Haliç’e gittim Caddeleri bomboş hayal etmiştim oysa sabahın bu saatinde kent huysuzlanmaya başlamıştı bile. Denizin, incecik şıpırtılarıyla okşadığı kederimi, birazdan suya teslim edeceğim. Hep söylediğin gibi ırmağı, denizi olmayan bir şehirde yaşayamazdım ben. Sensizliğin bu ilk sabahında bir yandan üşüyerek titrerken, bir yandan varlığımı hissediyorum. Buradayım, bulutlu gökyüzü, güneşin, altın parıltılı bir portakal gibi doğmasına izin vermiyor. Onun yerine onca buluttan örtüsüyle kuşanmışlığa rağmen, belli belirsiz renk tayflarının karanlıkla mücadelesi sarıyor etrafımı. Her gün yaşadığımız bu değil mi? Her günün sabahında, karanlık yerini ışığa terk ediyor. Gün, aydınlanıyor.  

Dokuz: Kalan

Gün aydınlanıyor. Doğa yasaları acı çeken beni dikkate bile almıyor. Hayır, öyle pırıl pırıl bir gün değilse de yeni bir gün başlıyor. İşe gidiyorum ve bahçeden geçiyor yolum. Dün çıkıp gittiğin demir kapıdan içeri bu kez ben giriyorum. Saçma biliyorum, ama gözüm uzakta dikdörtgenin çapraz köşesindeki beni arıyor. Seni görmek için başımı çeviriyorum ki yoksun. Bir ağacın arkasından çıkıp gelivereceksin diye ağır ağır yürüyorum. Bastığım bir dal parçası çıtırtıyla kırılınca körpe bir sızı yüreğime tekrar yayılıyor. Karganın biri, ufak bir simit parçasını, dün akşamki yağmurdan arta kalan su dolu küçük gölcükte ters yüz ederek ıslatıyor. Böylelikle daha rahat koparacak. Yine sen, ah sen, çoktan kargaların sorun çözme biçimine dair methiyelere başlamış olurdun. O gitti diye bağırıyorum kargaya, gak diye uçuyor. Onu izleyen bir ikisi daha gaklıyor.  

On: Giden 

Gün aydınlanıyor.