Hep birileri vardı çevremde. Yalnız olup olmadığımı sorgulamak aklıma bile gelmemişti. Yüzüme bir tokat gibi çarpınca yalnızlık…  Şaşırdım. Bu kadar yalnız olduğumu bilmeden yaşamışım bunca yıl. Aslında yalnızlığın, yalnız olmakla pek bir ilgisi yoktu. Sevdiklerinin yanında da yalnız hissediyorsan kendini öylesin. Neden? Korona etkisi mi? Herkese sallanan parmak, sadece koronanın mı yoksa salgının ardında gizlenen başka bir otoritenin parmağı mıydı? “Evde kal ve diğer insanlardan uzak dur!” Nasıl uzak duracaktım? Sevgimin dışa vurumu olan kucaklaşmadan, kollarımla sıkıca sarılmadan, elimi sevdiğimin eline, yüzüne, saçına değdirmeden, onun gözlerine yakından bakmadan nasıl duracaktım? Ama durabildim. Alıştım. Bir avuç gökyüzü ve daracık sokaklardan ibaret dışarıyı seyretmekle yetindim. Temiz görünen sokaklarda belli saatler arasında kısa yürüyüşler yapıyordum. Çevremizde yürüyüş alanımız yoktu. 

Bir gün yürürken garip bir şey oldu. Ayaklarıma takılan, altında ezilen, çıtırdayan ve hatta inleyen bir şeyler vardı sanki. Dikkatle bakındım bir şey göremedim. Sokak temizdi. Yürüdükçe aynı sesleri tekrar duydum. Endişelendim. Eve dönmeyi düşünüyordum ki, Ak apartmanında oturan Komiser Abbas balkondan seslendi: “Hey moruk! Dikkat et düşüp başımıza iş açma sakın!” Komiserin oradan, aynı anda önüme bir şeyler düşerken benzer sesler çıkardığını fark ettim. Dikkatle bakınca düşen şeylerin nezaket, diğerkâmlık ve sevecenlik olduğunu gördüm.  Ve dehşet içinde diğerlerini de görmeye başladım o an. Sokak, fırlatılıp atılan sevgi, saygı, zarafet, hoşgörü, utanma, arlanma, merhamet, hak, adalet, doğruluk, dürüstlük gibi yüzlerce insani değerleri ifade eden şeylerden oluşan çöplerle doluydu. Ve ben yürürken kırılgan sesler çıkaran, inleyen şeyler, insanı insan yapan aklın, bilginin, görgünün, kültürün ürünleri olan görkemli bu kavramlardı.  İnsanlar, bu değerleri çöpe dönüştürüp sokağa, caddeye, meydanlara, gelişigüzel her yere atıyorlardı. İşte çürümenin boyutunu o zaman gördüm. Nedense hiç şaşırmadım. Her şey çok normalmiş gibi kahkahalar duydum peşim sıra. Nasıl gülebiliyorlardı? Bu rahatlığı nereden buluyorlardı? İnsanın en yüce değeri aklın bu kadar aşağılandığı, nakdin el üstünde tutulduğu bu mahallede nasıl yaşanırdı? Boğuluyordum. Eve yarı ölü olarak döndüm.      

Bütün bunlara koronanın tek başına sebep olmadığı kesindi. Salgını fırsata çevirmek isteyen, sinekten yağ çıkarmada mahir olan insanlar vardı. Kafede içilen bir bardak çayda bile “fırsatçılık” vardı. Direktiflerini tek elden veren ve icra eden makam ve onu çevreleyen insancıkların gayretkeşliğiyle, basit mantık kurallarını bile dışlayan, görgüsüzlük, bilgisizlik, yalancılık, arsızlık, hırsızlık, dalaverecilik konusunda insanları yetkin kılan, dönüştüren başka bir salgın daha vardı. Bu, ötekinden daha korkunçtu! Benliğimi kaplayan sıkıntı yoğunlaştı. Ağırlığına katlanamadım. Giderek bozulan akıl sağlığımın yanı sıra, değişik organlarımda uç gösteren beden sağlığımdaki bozulmalar birbirini tetikledi. Bir yanım, diğer tarafıma düşmandı. Yapabileceğim tek şey, aklımı bedenimden ayırarak yükseklerde, Tanrısal alanlardan bir yerde korumaya almaktı. Ama nasıl?

Kafkaslar’a masallar diyarı “Kafdağı” denmesinin nedeni, yurtlarını mecburen terk eden büyüklerimizin, özledikleri ve dönmeyi umut ettikleri memleketlerini, masalsı bir üslupta anlatımları yüzünden olmalı. Ata yurdu Gürcistan’ın dağlık bölgesinde kuleleriyle ünlü, nüfus yoğunluğu az Svaneti bu yüzden aklıma geldi. Aklım istediği her yere ışık hızında gidebiliyorken, zavallı bedenim bunu yapamıyordu. Ondan ayrılmak zorunda kaldım. “Ortadan yarılmak” işte böyle bir şeydi. “Kalmak ya da gitmek” ikilemin iki ucu da kirliydi. Hem terk eden hem de terk edilendim. Çok zor bir şeydi! İnsan zamanla her şeye alışıyor. Bazı şeylere asla alışmamak gerektiğini o zamanlar öğrendim. Svanetideki en yüksek ve boş kulelerden birini seçerek yerleştim. Prometheus’u Tanrılar cezalandırmak için zincirlerken, ben aklıma mukayyet olmak için zincirledim kendimi. Ayak bileğime bağlı pranganın zincirlerini şıngırdatarak taş kulenin tepesinde volta atıp duruyordum. Prangadan kurtulsa aklım, kulenin burcuna çıkıp, “ince uzun bacaklarının üzerinde yaylanarak”, geride bıraktığı bedenine uçmak için atlayacaktı. Gecenin koyuluğunda yıldızları izleyerek kendimi avuttum. Samanyolunu, bol ve parlak yıldızlı gökyüzünü izlemeyi ne çok özlemişim meğer? 

Birden çevremde dolanıp duran sesler duymaya başladım. Ürktüm! Hayra alamet değildi. Yoksa bunlar sokakta duyduğum aynı sesler miydi? Dikkat ettim, bunlar daha derinde fısıltıyla konuşan ve kendini tam ele vermeyen gizemli seslerdi. Üstelik imalı bir dille, “tamam öyle galiba” dendiğinde, “öyle” olmayan, “öyle” olmadığına kanaat getirilmişken öyleymiş gibi duran bir dildi. Antik Yunanda Delfi (Delphoi) tapınağındaki rahiplerin ve yine antik Kolhid’in* kâhin rahibesi Medea’nın diliydi bu dil. Ne olduğunu, neler dendiğini anlamıyordum. Düşünmeye, kavramaya çalıştım. 

Gökyüzünü seyrederken duyduğum sesler üzerine dikkat kesilmiştim. Kendini evrenin ritmine bırakmış dünyanın nefes alıp vermesini duyabiliyordum. Karlı Kafkas dağlarının sivri uçlarındaki buzullar, koyu lacivert gökyüzünün yıldızlarıyla ışıldıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Tabiat ana göz kırpan, irili ufaklı mücevherler gibi yıldızlarla işlenmiş “Samanyolu” motifiyle bezeli ipekli bir harmaniye bürünmüştü. Dans ediyor, kendi çevresinde bir kirman gibi dönüyor, zamanı büküp, Altın Post’un yünlerinden biz İnsanoğulları için kader iplikleri eğiriyordu. Her birimizin payına düşen bu iplikleri, hücrelerimizdeki sandığa kapatıp kilitliyordu. Her şey ama her şey bu yasayla uyumluydu. Gece, ihtişamıyla sürüyordu. Flüt, Çonguri, Duduki ve Doli gibi yerel çalgılardan bir orkestra eşliğinde, destanlardan parçalar okunuyor, ışıklar, sesler, renkler ve şekiller kulenin çevresinde uçuşuyordu. Tüm zamanlar o anı yaşıyor, geçmiş ve gelecek bir arada aynı mekânı paylaşıyordu! Bu gizemli sesler her yerden geliyordu. Gökyüzü ekranında, bunları fısıldayanların görüntüleri beliriyordu aynı anda. Sokrates: “Bilgi erdemdir.” Herakleitos: “Her şey akar.” Delphoi Rahibi: “Haddini bil” diye fısıldıyor, sislerde kayboluyorlardı. Bu gösteri şöleni karşısında korkularımı unuttum. Kendimden geçtim ve bu temaşanın bir parçası oldum.

Karanlıktan çıkıp önümde, çarmıhtaki İsa’nın sureti belirdi. Yüzü mahzundu. Derin bir hayal kırıklığı içindeydi. En gaddar insanı bile insafa getirecek acı yüklü gözlerini semaya dikerek inliyordu: “Eli… Eli… Lama Sabaktani” (Tanrım… Tanrım… Beni neden terk ettin?”) Tanrının onu terk ettiğini kavradığı o an, İsa’nın öldüğü andı. O görüntü sisler arasında kayboldu. Yeni görüntüde, az sayıda ona inananlar, İsa’yı çarmıhtan indiriyorlardı.

Meryem, derin acılar içinde oğlunun çarmıhtan indirilişini izliyordu. İsa’yı getirip acılı ananın kucağına verdiler. O sırada evren ürperdi, yıldızlar karardı. Şimşekler çakmaya, gök kuru kuruya gürlemeye başladı. Bir iki saniyelik gecikmesinin, vefasızlık sınırını aştığını kavrayan tanrı, öfke ve acısından böğürüyordu. Az sonra görüntü ve sesler kayboldu. Etraf derin bir sessizliğe gömüldü. Sustuk. Sessizlik bile matemdeydi!

Ve sonra gökyüzü tekrar dalgalandı. Bu sefer Medea’nın görüntüsü belirdi. Ellerinde çocuklarının kanı vardı. Pişmanlığı, derin kederi, çılgın bakışlarından fışkırıyordu. “Lanet olsun! Beni ve kutsal Altın Post’u ülkemden koparıp, yalancı, hırsız, ikiyüzlü narsist İason’un peşinden sürükleyen ‘kör aşka’… Bu çılgın aşka mahkûm eden ‘sağır kadere’ lanet olsun! Çocuklarımı arıttım. Yalancılık, arsızlık, hırsızlık ve onursuzluktan temizledim. Onları, İdealar Dünyası’na hazırlamak için başka ne yapabilirdim? İnsanlar beni anlamadılar! Kıskançlıktan gözü dönmüş katil dediler.” Sustu ve çılgın bakışlarını bana çevirdi. Onu, Euripides’in Tragedyasındaki Medea’yı oynayan bir oyuncuyu izler gibi izliyordum. Kederini anlayacak bir insana gereksinimi vardı. Ona sevgi ve merhametimi sundum. Çocuklarının cansız bedenlerini kucaklayıp arabasına taşıdı. Dört ejderhanın çektiği altın arabasına atlayıp göz açıp kapayana kadar, İdealar Dünyası’na doğru uçarak gözden kayboldu. 

Bu trajik olayların etkisi altında iki büklüm inliyordum. Bu esnada Kibele göründü. Evren tekrar ışıltılı bir güzelliğe, huzurlu bir sükûnete büründü. Aslan figürlü kolçakları olan fildişi bir koltukta oturuyordu. İri memeli, geniş kalçalı ve bebek yüzlü bu ‘Anaların Anası Tanrıça’ bana gülümsedi. Bu, kurtuluşum demekti. Acı, dert ve kederlerin içinden çekip çıkardı, kucağına oturttu beni. Kibele’nin kucağında başımı iri memesine yasladım. Ana kucağında hangi çocuk huzur bulmaz ki? Kadim bir ninninin eşliğinde bilmem gerekenleri kulağıma fısıldıyordu: 

“Bütün canlılar için hayat bir yolculuktur. Senin yolculuğun ana rahminden kopuşunla başladı. Dar geçitte, meşakkatli bir yolculuktan sonra dünyaya geldin. İşte tam o an içgüdün, ayrılığın ve yalnız kalmanın acısını hissetti. İlk ağlaman bu acıya verdiğin tepkiydi. İlk gözyaşın o zaman aktı. Hem gözünü hem tenini yaktı. Tek tesellin, annenin kucağında emdiğin ilk süttü. Bütün ömrün, annen olan tanrıçanın rahminde, onunla bir ve tek olduğun o anı aramakla geçecek!  Ona dönmek için ‘İnce uzun bir yol’ kat edeceksin! (Bu, Âşık Veysel’e bir selamdı.) Her canlı eninde sonunda Toprak Ana’sına, rahim olan tanrıçasına dönecektir. Bu gerçeklik genlerinizde kodlanmıştır.  Kodlama değişmediği sürece, bu böyle sürmeye devam edecektir”. 

Kendimden geçerek dinledim ve sordum: Sevgili Kibele, anaların anası… Ben şimdi öldüm mü? Yüzünün sevecen bir tebessümle aydınlandığından emindim. “Yok!” dedi. “Adonis gibi seni bir süreliğine dünyada tutacağım”. Oh! dedim içimden.  Rengârenk ışıklar, ninni tadında fısıltılar, gök ve yıldızlar, dağlar, taşlar, ağaçlar…  Hep birden çevremizde tavaf ediyordu…

Huzur içinde uykuya daldım ve oradan rüya olup çıktım!

*Gürcistan’da Karadeniz’in kıyısında antik bir kent devleti