Bin sekiz yüzlü yıllarının ortalarıydı…

Kar diz boyuydu. İki karış karın altı yine buzdu. Biliyor. Yürüdükçe ezeceği karlar da az sonra buz olacaktı. Bu cehennemi soğuk Kafkasya Dağlarının eteklerinde daha aylarca sürecekti. İklimin sertliğinden daha ağır bir yükün altında ezile ezile yürüyordu Bekir Bey. Güzel yüzündeki sakalı, bıyığı buz tutmuş, yüreği alev alev yanıyordu. “Bin yıl, bin yıldır beraberiz” diyordu yüksek sesle. Bastığı her adımda çatırdayan buzlarla kavga eder gibi. “Bin yılın birikimi heba mı olacak?” diye soruyordu gri, donuk havaya. Döktüğü göz yaşları incecik, çubuk çubuk buzdu, gür sakallarında…

 

Çerkez’ler ve Rus’lar yüzyıllardır bu topraklarda yaşıyorlardı. Arada bir küstükleri, kavga ettikleri, çekiştikleri olmuştu. Ama çabuk sulh olurlardı. Birbirlerine kız verip almışlıkları yoktu. Ama düğünlerde, doğumlarda birlikte sevinir, ölümlere birlikte ağlarlardı. Eski, çok eski dosttu Çerkezler’le Rus’lar. Bu kışın başında kim kime ne dedi? Ne dendi de kapışıverdi Ruslarla Çerkezler? Bir gün, durup dururken, iki cemaatin de çok sevdiği saydığı bilge insan Kamil Dayı’yı, Rus mahallesinde, Rus meyhanesinin önünde genç bir Rus bıçaklayarak öldürüvermişti. Bu cinayet, yüz yıldır süren barış günlerinin tüm aydınlığını karanlıklara gömmüştü. Öyle koyu bir karanlıktı ki, koca Kamil Dayı’nın cenazesine tek bir Rus katılmamıştı.

 

Çerkezlerin lideri Bekir Bey’le, Albay Kuzyef Başlaef çok çaba harcamışlardı. İki tarafın akil insanlarıyla bir dolu görüşme, toplantı yapmışlardı. Olmamıştı, bunca yıl süren güzel günler, komşuluklar, kazaskalar, düğünler, armonikalar, vurulan tahtalar… Güzel olan herşey kendi topraklarına, kendi mahalelerine çekilmişti. Şimdiki Çar bunu böyle istiyordu. Bekir Bey de, Kuzyef Başlaef de pes etmişlerdi. Artık Kafkasya’da birbirinin yüzüne bakmayan iki halk vardı. İki halkın arasında çok ürkütücü, çok umutsuz uzlaşmazlıklar başlamıştı. Bunca barış yılından sonra, ağu gibi acı günler çökmüştü insanların yüreklerine.

 

Bekir bey son bir defa daha görüşmek istemişti Albay Kuzyef’le. İkisi başbaşa Bekir Bey’in konağında bir araya gelmişlerdi. Albay Kuzyef, Bekir Bey’in yüzüne bakmamaya çalışıyordu. Epey uğraşmıştı yeniden barış için Bekir Bey. Olmamıştı. Olmayan, Bekir Bey’in iki halk arasındaki kırgınlığı çözme çabasıydı.

Olmadı işte. Rus albay ayağa kalktı, Bekir Bey’ e elini uzattı. “Çerkez arkadaşım, dostum, kardeşim yüreğim kanayarak söylerim ki, bu seninle son görüşmemiz. Saygıdeğer Çar’ımızın isteğini sana aktarıyorum; bir an önce halkınızın toparlanıp bu toprakları terk etmenizi emrediyor. İtiraz etmeyeceksiniz. Osmanlı topraklarına geçmenize her türlü yardımcı olunacaktır.” Bekir Bey’in kulakları uğulduyordu. Kuzyet Başlaef’e birşeyler demek için ağzını açtı, Albay konuşma fırsatı vermeden topuklarını sertçe vurup asker selamıyla döndü, yürüdü çıktı salondan. Bekir Bey donup kalmıştı…

 

Karadeniz kıyılarında bekletilen gemilerle Osmanlı topraklarına göç etmelerine karar verilmişti. Kıyıya bu hava şartlarında on, on beş günden önce varılamazdı. Göç edecekler yanlarına ne isterlerse alabileceklerdi. Sormuşlardı “evlerimiz ne olacak?” diye. Genç bir teğmen de sırıtarak cevap vermişti, “bize kalacak!” Tüm Çerkez halkı, ağır bir suskunlukla göç hazırlıklarına başlamıştı.

Bekir Bey ve ailesi yola çıkmaya hazırdı.

 

Ailenin dört kuşaktır yaşadığı konak Bekir Bey’in aklından çıkmıyordu. “Safiye çocuklara sahip ol, siz yavaş yavaş yürümeye başlayın, son bir işim var çabucak yapıp dönerim” demiş, çocukların kızağını attan çözmüş, atını  mahmuzlamıştı. Kısa bir süre sonra döndü. “Haydi hanım yolumuz inşallah açık olsun.” Sesi tuhaftı, Safiye Hanım eğilip dikkatle baktı kocasına. Ağlıyordu. Hayatında ilk defa kocasını ağlarken görüyordu. Görmezlikten gelmişti. “Bekir Bey, bir diyeceğin var mı, derdin derdimdir paylaşalım isterim” demişti. Atını durdurmuştu Bekir Bey. Elini uzatıp karısının elini tutmuştu. Göz göze geldiler, “konağımızı ateşe verdim” demişti. Çok uzun süre suskun yürüdüler göç yolunda…

 

Bekir Bey, karısı Safiye Hanım, üç yaşındaki Atahan, beş yaşındaki Atakan. Bekir Bey’in avlarından biriktirdikleri kürklere sarınmışlardı. Çocuklar bir kızağın içinde Bekir Bey’in atıyla çekiliyorlardı. Safiye Hanımın atının arkasında da erzak kızağı vardı. Hepsi kürklere sarınmışlardı.

 

Bu gün göçün üçüncü günüydü. Tüm gün yürüyüp, gecelerin dayanılmaz ayazında dinlenmeye çalışıyorlardı. Yol boyu etraflarında, dolanıp duran binlerce Rus askeri vardı. Ölümler başlamıştı. Soğuk önce yaşlıları vuruyordu. Bir de çocukları. Ölümlerle birlikte Rus askerleriyle tartışmalar başlamıştı. Çerkezler ölülerini gömmek istiyorlar, askerler,  “bırakın ölüleri yola devam edin” diyorlardı. Ölen küçük oğlunun ardından haykıra, haykıra ağlayıp mezar kazmaya çabalayan bir anneyi askerlerden biri çekip vuruvermişti. Ortalık karışmıştı. Arbede çıkmıştı. Ruslardan da, Çerkezlerden de onlarca insan ölmüştü.

 

Zulüm giderek artıyordu. Safiye hanım atına ters oturmuş, sürekli çocuklarını gözlüyordu. Akşam olmak üzereydi. Bekir Bey yol kenarlarından yakabilecek çalı, odun parçaları aramak için inmişti atından, Safiye Hanım da çocuklarına yakından bakmak için inmişti. Çocukların üstlerindeki kürkleri iyice sıkılamıştı, melek gibi uyuyordu ikisi de. Sadece gözlerini görüyordu yavrularının. ‘Birazdan uyanırlar karınlarını doyururum.’ Tekrar binmişti atına, birkaç adım

gidip durdurmuştu atı. Hızla atlamıştı yere, kızağın kenarına çöküp küçük

Atahan’ı kucaklayıp almıştı. Bekir Bey tam o sırada gördü karısını ve tam o

sırada Safiye Hanım’ın feryadı dağlara çarpıp ovaya döküldü…

 

Bebekleri donarak ölmüştü! Bekir Bey’de karısına doğru koşmuştu, bir karısına bir küçük Atahan’a, bir kızaktaki Atakan’a bakıyordu. Suratı acıyla kararmıştı. Şakakları bir ceviz kadar şişivermişti. Ana baba kucaklarında ölü bebekleri, birbirlerine sarılmış, kararan havanın içinde, yüreklerini kavuran acıyla hüngür, hüngür ağlıyorlardı. Etraflarındaki Rus askerler sessizce ayrılmışlardı ailenin yanından. Safiye hanım yaşadığı acıya daha fazla dayanamamış, kollarının arasındaki minik Atahan’la olduğu yere yığılmıştı. Acı haber çabuk duyulmuş, öndeki kafilelerden bir kaç kadın ve erkek Safiye Hanımlara koşmuşlardı. Göç adeta durmuştu. Duyan yükünü yolda bırakıp Bekir Bey’e ve Safiye Hanım’a koşuyorlardı. Çözümsüz, çaresiz bir acının içinde kavruluyordu iki insan. Safiye Hanım ve Bekir Bey, bir gün ve geceyi çöküp kaldıkları yerde geçirmişlerdi.

 

Sabah bir Rus asker Bekir Bey’in ayaklarının dibine usulca, bir çapa ve bir kürek bırakıp, selam verip çekilmişti. Hiç kimse konuşmuyordu. Cehennem soğunun içinde donmuş kalmıştı söylenebilecek tüm sözler. Bekir Bey yavaşça eğilip yerden çapayı almıştı. Etrafına bakınmıştı, yolun dışında yoğun bir meşelik vardı oraya doğru yürümüştü. Geniş gövdeli ulu bir meşenin altında donmuş toprağı kazmaya başlamıştı. Bir anda arkadaşları, dostları koşmuşlardı yardıma. Kısa bir süre sonra, meşenin dibinde iki minik mezar kazılmıştı.

Atahan’ı annesi, Atakan’ı babası kızarmış gözleriyle, dünyadan kopup gitmiş ruh halleriyle defalarca öpe koklaya yatırmışlardı çukurların içine. Çukurların kıyısına diz çöküp, telaşsız, ağır, ağır elleriyle bebeklerini zedelemeden doldurmuşlardı minik mezarları. Sırtları dostlarına dönük uzun uzun dua etmişlerdi çocuklarının başında. Bekir Bey ayağa kalkmış, elini uzatıp Safiye Hanımı da kaldırmıştı. El ele, acıdan kavrulmuş gözleriyle suskun, dostlarına bakmışlardı. Sonra Bekir Bey’in her zamanki gür, temiz sesi kaplamıştı meşe ormanını.

 

“Komşularımız, dostlarımız, yoldaşlarımız. Acımız büyüktür. Küçücük, masum yavrularımızı yitirmek bizim için onulmaz bir acıdır. Bu acıların vebali Rus Çarlığının boynunadır. Ama bu ilenmenin de hiç birimize faydası yoktur. Allah hepinizden razı olsun. Şimdi, burada hep birlikte vedalaşalım. Sizler yolunuza devam edin. Biz bir süre daha çocuklarımızın yanında olmak isteriz. Allah hepimizin yolunu açık etsin.”

 

Tek tek kucaklaşmışlardı. Dostları yollarına devam etmişlerdi. Askerler Bekir Bey’lere hiç karışmamışlardı. Karı, koca meşenin dibinde uzun süre oturmuşlardı. Bekir Bey başını kaldırıp karısına bakmış, Safiye tepkisiz bakmıştı kocasına. Sonra susmuşlardı. El ele, gözleri küçük mezarlarda sessiz oturmuşlardı. Bekir Bey kalkmıştı, tabancası elindeydi. Yürüdü. Atlar biraz ötede duruyorlardı. İki el silah patlamıştı, iki at zarafetle düşmüşlerdi toprağa. Elini uzatıp Safiye’yi kaldırmıştı, el ele ormanın içine yürümüşlerdi.

İki el silah sesi daha duyulmuştu. Bir sürü kuş havalandı.

 

30.09.2018 09.08