Üç dakika sonra onunla karşılaşacağımı bilmiyordum. Kahve olayının yaşandığı çay ocağında birbirine benzeyen günlerimden birine benzeyen bir gündü. Şimdi düşünüyorum da kocasının yerinde olsaydım, aynı şeyi yapardım.
“İki çay berberin” dedi usta, “Kahveler Aziz Bakkal’ın. Dikkat et. Dökeyim deme.”
Çay askısını kaptım, koşar adım çıktım.
O yıl ortaokulun ikinci sınıfındaydım. Sınıfta kalmıştım. Fen bilgisi öğretmenimin suçu. Volta pili çalışma ilkesi deneyiydi. Yanlışlıkla oldu. Pilin kablosunu ritim ölçme aygıtına bağladım. Ayrıntıya girmeyeceğim. Kalp ritmi. Aygıt öğretmenimindi. Bilmiyordum. Kalbine bağlıymış o sıra. Galiba bu lisedeki olaydı. Başka zaman anlatırım. Anlatmasam da olur. Yarım çember biçimli geniş, taş döşeli meydanın çevresine dizilmiş dükkânlardan biriydi. Çalıştığım çay ocağından söz ediyorum. Oradaki üçüncü günümdü. Belki on üç. Bu önemli değil. Çemberin çay ocağına yakın ucunda adı, krem renkli tabelaya kiremit kırmızısı, gölgeli harflerle yazılmış, Aziz Bakkaliyesi’ne kahveleri bırakmak için girdim.
Tıpkı böyle sabah çiğinden sonra akasya ya da onu andıran müzikli bir koku vardı havada. Berberden sonraydı. Biliyorum. Çünkü kapının üstündeki çıngırak çaldı.
“Hah” dedi Aziz Bakkal, ben kahveleri bırakırken, “bu delikanlı aldıklarınızı seve seve taşıyacaktır.”
Arkama baktım. Kimse yoktu. Bakkalın yardım sözünü, adıma verdiğini anladım. Çıngırak sustu. Yarım çembere dizilmiş dükkânların kuşattığı o taş meydanda iri gövdeli kocası, radyocunun genç oğlu Haluk’u kovalamadan kırk yedi gün önceydi. Onunla ilk orada un, gazyağı, pastırma kokusunun karıştığı, nemli bakkal atmosferinin loş ışığında karşılaştım.
“İstanbul’da Federal Almanya Kültür Merkezi bombalandı” dedi o sırada bakkalın radyosundaki sunucu. İnce bir hırka vardı omuzlarında kadının. Siyahtı. Yeşil elbisesinin açık yakasından pembe boynu görünüyordu. Bir çift siyah gözse daha yukarıdaydı. Gülümsüyordu.
Cahide’nin kocası gülümsemez. Cahide, kırtasiyeci. Dükkânına çay götürürdüm. Her sabah. Çünkü onunla asık suratlı kocası kahvaltılarını dükkânda yapardı.
“Zavallı adam” demişti bizim usta Cahide’nin kocası için, “gülümseyecek hal mi kaldı?” Ustanın anlattığına göre Almanya’da çalışmış. Emekli olmuş. Dönerken konserve açacağı, pikap, radyo getirmiş. Bir de emekli ikramiyesini. Bunları çay bardaklarını doldururken söylemişti. Eşyaların kimini kendi kullanmıştı. Bir kısmını eşe dosta satmıştı. “Huzur Apartmanı’na yeni taşınanlara da bir radyo satmış. Şu, pehlivan kılıklı sarhoşla siyah gözlü karısına.” Anlatırken gülümsemişti usta: “İkramiyesini gazeteye sarmış. Saklamış. Banyo sobasına.” Sonraları kırtasiyecinin kocasının yüzüne dikkatle baktım. Yüzünde kavruk bir anlatım vardı adamın. Belki de yanık…
Aziz Bakkal gibi o kadın da bana sormamıştı. Alışveriş çantalarını aldım. Arkasından çıktım. Kısa bir yürüyüş, -giriş üstündeki camda altın varaklı harfler- Huzur Apartmanı, bahar kokulu uzun bir asansör yolculuğu, beşinci kat, kapı. Çantalar, bozukluklar… Ellerimizde uçuşarak yer değiştirdi. Çay ocağına döndüm. İlk kazancımı sıkıca tutan elim cebimdeydi. Gülümsüyordum. Taş meydan sessizdi.
“Çay askısı nerede?” diye sordu usta.
O istemezdi ama her sabah dokuza üç dakika kala,
“Radyocunun” derdi usta, fincanı tepsiye koyarken. Kahveyi uçarak taşırdım. Camlı, sarkmış mavi ahşap kapısını gıcırdatarak açmadan bir süre izlerdim radyocuyu. Kamburunu çıkararak oturur, bakır teli lehimler, diyot söker, kalın camlarının ardında parıltısını yitirmiş gözleriyle görmeye çalıştığı kadran ipini ayarlardı. Girdiğimde içerisi okul kütüphanesi gibi sessiz olurdu. Kahveyi sessizce tezgâhın ucuna bırakır beklerdim. Bu sırada o, son cıvatayı sıkıştırmış, son direnci takmış olur; içerdeki sessizlik, birden aygıtın yüksek cızırtısıyla ya da kuzey ülkelerinin bilmediğim dilinde konuşan sunucusunun hararetli sesiyle bozulurdu. Radyocu başını kaldırır, gülümser ve kahvesinden ilk yudumu içerdi.
“Sana zahmet” dedi siyah gözlü kadın bir gün. Meydandaki taşların sessizliğinin bozulduğu günlerdi. Her günkü gibi uğramıştım evine. İsteği olup olmadığını sordum. İlk paramı ondan kazanmıştım. “Buna bir bakıversin.” Küçük bir Grundig verdi. “Onarırsa, ben bir ara uğrarım.”
Radyoyu götürdüm. Radyocu yoktu. Bir gençle karşılaştım. Benden büyüktü. Daha büyük gibi görünmüştü o zaman. Yaşlı radyocunun çalıştığı masanın başındaydı.
“Ankara’dan geldiğim zaman” dedi “babamın yerine bakıyorum.”
Haluk’tu adı. Radyoyu bıraktım. Sonraları uğradığımda okuduğu üniversiteyi anlattı. Ben Fen Bilgisi deneylerimizi… Bu yüzden bana,
“Doktor” derdi, “çayın taze mi?”
Siyah gözlü kadını o günlerde gördüm dükkânda. Radyoyu almak için gelmişti. Haluk’la dost olduk. Çünkü o geldi. Taş meydan canlandı. Mavi ahşap kapının önüne koyduğu büyükçe sesyayardan, yarım çemberin kuşattığı dükkânlarda çalışanlar, iliklerine işleyen sesle Tamirci Çırağı’nı dinlerdi. Bazen şarkı çalmaz, Bulgaristan’daki şarkı yarışmasında birinci olan Semiha Yankı, bazen seçilme hakkı verilen Rodezyalı siyahların haberleri duyulurdu Budapeşte Radyosu’ndan. Kimi zaman bir profesörün vurulması üzerine “üniversite bir yıl süreyle kapatıldı” derdi radyodaki sunucu.
“Teşekkür ederim” dedi siyah gözlü kadın radyoyu alırken, “yeniden bozulmaz değil mi?” Onu Aziz Bakkal’da ilk gördüğüm günkü gibi gülümsüyordu.
“Bozulursa” dedi Haluk, “yeniden yaparız, ücretsiz.”
Çay ocağında çalışmaya başlayalı bir ayı geçmişti.
“Şunu Haluk’a ver” dedi siyah gözlü kadın, “radyo bozuldu yine. Yapıversin. Aman bizimki duymasın.” Serçe parmağını kaldırarak uzatmıştı notu. Bir bardak çay eşliğinde Haluk’a verdim.
“Olmaması gerekirdi” dedi Haluk, “ama olsun, gider bakarız.”
Taş meydana yayılan şarkılar eşliğinde Haluk’la siyah gözlü kadının karşılıklı gidiş gelişleri sıklaştı. Beyaz çizgili, kızıl kedilerin akasya gölgelerinde uyukladığı ılık bir öğleden sonraydı. Kırtasiyeci Cahide’nin az önce istediği çayları götürüyordum. Huzur Apartmanı’nın önünden geçerken çay askısı gürültüyle düştü elimden. Kırık bardak parçalarını toplamak için taş kaldırıma çöktüm. Gölgeyi o sırada gördüm. Hızla uzaklaşıyordu. Bir an durdu. Arkasına baktı.
“Doktor” dedi Haluk, heyecanla, “kusura bakma.”
Koşmaya başladı. Apartmandan fırlayan iri bir adam,
“Ulaaan!” diye bağırdı, Haluk’un arkasından. Haluk arada duruyor, arkasına bakıyor,
“Valla abi” diyordu gömleğinin düğmelerini iliklerken “radyo için şey etmiştim.”
Adamın geldiğini görüyor, yeniden kaçıyordu. Meydanda birkaç tur attılar. Bir süre sonra adam durdu. Ellerini beline koydu. Hafifçe eğildi. Soluk soluğaydı.
“Doktor, çayın taze mi?” dedi ertesi sabah Haluk. Bizim çay ocağının önünde bir sandalyeye oturmuştu.
“Neydi dünkü şenlik?”
“Yok bir şey doktorcuğum. Yanlış anlaşılma. Radyo şeyi… Hallettim… sayılır.”
“Umarım. Dükkâna mı?”
Çayından bir yudum aldı. Bir süre sustu. Derin bir nefes aldı
“Sınavlar…” dedi, “Ankara’ya gitmem gerek. Sınavları vereyim. Haftaya buradayım.”
Yaşlı radyocu yeniden masasının başına dönmüştü. Mavi ahşap kapının önündeki sesyayardan meydanın taşlarına bazen şarkılar uçuşuyordu. Bazen haberler. Kapısı çıngıraklı Aziz Bakkal’a, Cahide’ye, asık suratlı kocasına sabah çaylarını, radyocuya kahvesini, siyah gözlü kadına siparişlerini götürdüm eskisi gibi. Böyle sıradan bir günlerden biriydi. Taş meydandan çay ocağına yürüyordum.
“Captan Cousteau ünlü teknesi Calypso’yla İstanbul’a geldi” dedi Budapeşte Radyosunun sunucusu. Okumayı sürdürdü. “Ankara’da bir otomobilden açılan ateş sonucu beş öğrenci öldürüldü. İsmail Esenler, Haluk Taşkın…”
Bir kaç gün kimsenin ağzını bıçak açmadı. Bir sabah Huzur Apartmanı’nın önünde küçük bir kamyon gördüm. Biraz sonra kamyonun yanında bir kadın belirdi. Taş meydana kısa bir bakış attı. O sırada motor homurdanarak çalıştı. Kararsız adımlarla yaklaştım. Siyah gözlü kadın kamyona binmek üzereyken durdu. Belli belirsiz gülümsedi. Kamyonun kapısını açtı. Bana döndü. “Bu” dedi, “artık sende kalsın” Gri Grundig’i uzattı. Kamyona bindi.
Taş meydanda akasya kokulu hafif bir rüzgâr esiyordu. Kamyon yorgun yaşlı bir hasta gibi ağır ağır uzaklaştı.