Yaşam ağırlaştığında herkes ölüme eğimli bir hâl alıyor. Güzel günler, daha
önceleri de yaşandığı gibi zor günleri getirdi. Artık kaç gündür bu hastanede,
senin yatağının başucunda oturduğumu bilmiyorum. Seni hayata bağlayan
makinelerin seslerinin beni çıldırtmasından korkuyorum. Sesler, o geceyi, o
gece gök yırtılmış gibi yağan yağmuru hatırlatıyor. Yatağının başucunda
oturmuş, sabah tıpkı benim gibi kör, sağır ve dilsiz kalacak sokak lambasının
göz kırpmasını seyrediyorum. Sabah olunca o şehrin gürültüsünü, bense
doktorların durumunla ilgili raporlarını dinleyeceğim. Şöyle düşününce, bi’
hayli ortak noktamız var. Seni beklerken bana arkadaşlık ediyor. İnsan
hastaneye düştüğünde her şey daha zalim bir hâl alıyor galiba… Hastane
koridorlarının ve yataklarının gaddarlığı, etten ruha sirayet eden hastalıklardan
farksız! Burada her şey, ölümün mutlak hâkimiyetinin altında eziliyor.
Kemiklerimden origami yapılmasını bekliyorum.
***
Kendime her baktığımda, acıya demir atılan yerde hareketsizliğe gömülen bir
adamın yavaşlatılmış acısını seyrediyormuş gibi hissediyorum. Bu yüzden can
sıkıntımı biraz olsun geçirmek için hastanede bakılan kedilere yemek vermeye
çıktım. Kedileri beslerken, hasta bakıcılardan biri yüzündeki alaycı
gülümsemeyle “İstanbul’un kedilerinin şeriye sicillerini topladığın söyleniyor”
diye seslendi. Hiç oralı olmadım. Dün akşam yağan yağmur yerini kara
bırakmıştı. Bu karda merhamete ve umuda dair hiçbir şey yoktu. Burası başka
bir zamanı yaşıyordu. Sonra hastanenin hemen karşısında resim galerisinin
vitrininde sergilen resim benimle alay etti. Hemen hemen her gün önünden
geçerken gördüğüm “Yaşlı Kadını Gözünden Öpen Çocuk” resmi, uzun
zamandır sergilenmesine rağmen hâlâ kimse tarafından satın alınmamıştı ve bu
yüzden olsa, boyasının daha fazla yıpranmaması için muşambaya sarılmıştı.
Uzun uzun resme bakarken anneannemin son zamanlarını hatırladım.
Anneannemin ölüm döşeğindeki gözbebeklerini, torunu tarafından öpülmekte
olan yaşlı kadının gözlerinde gördüm. Anneannemin yatak yaralarının acısını
içimde hissettim. Yatak yaralarının acısında bana ölmek için yalvarırmış gibi
bakan gözlerini içimden söküp atamıyor, ona yemek yedirmek için birbirine
kenetlenen dişlerini ayırdığımda çıkardığı sesi unutamıyorum.
***
Lastikler ve direksiyon serbest dönüyor, benzinin yola sızdığını görüyorum. O
gece onlarca arabanın birbirinin kaderini izlediğine şahit oldum. Ölen olmuş mu
bilmiyorum; olmuşsa, onları bizzat görmedim. Kazanın şiddetiyle arabadan
yolun kenarına fırlamışım. Kendime geldiğimde arabamızın hurdaya
döndüğünü, parçaların sanki bir modern sanat eseri gibi sergilendiğini
görmüştüm. İnsanların seni hurdaya dönmüş arabadan çıkarışını izlerken
kazanın şiddetini düşünüyor, öndeki araca çok hızlı çarpmış olmalıyım
diyordum. Eğer ambulansın gelmesi yarım saat gecikmeseydi, belki her şey
daha farklı olurdu, bilmiyorum. Evet, yarım saat… Her dakikayı camı
parçalanmış kol saatimden saydım. Ağrı içimde bir dağ gibi büyüyordu.
Kalbim, göğüs kafesim, bacaklarım hepsi bu ağrının parçasıydı sanki…
Yardıma koşanlardan biri ayık kalmam için paracetamol verdi. Allahım o far
ışıkları… Her yer sabah gibi aydınlanmıştı. Gözüm sendeydi. Hareketsiz ve
sessizce oturup yaşadığın haberiyle günün benim için onarılmasını bekledim.
Hiç utanmadan yardıma gelenleri hiç de sarhoş olmadığıma inandırmaya
çalıştım. Bilincimi kaybetmekten, seni görememekten korkuyordum. Bir süre
sonra, titrek ay ışığının altında ayaklarını, sonra tüm vücudunu gördüm. Yüzün
kanlar içindeydi. Soğutma motorunun sesiyle dolan kulaklarım başka hiçbir şey
duymaz olmuştu. Korkunç bir kâbusun içinde kapana kısılmış gibiydim.
Göğsün ağır ağır kalkıp iniyordu. Kanlar içindeki yüzünde garip bir ifade vardı.
Sanki artık benim tanıdığım kadın olmaktan çıkmış, bambaşka birisi yahut
bambaşka bir şey olmaya hazırlanıyordun. Bu yüzden bu felaketten kendimi
mesul tutuyordum. Bir ara gözlerini açar gibi oldun, bana baktın. Bana sanki bir
darağacına bakar gibi baktın. O bakışını unutamıyorum.
***
Yüzün niye bu kadar sakin? Beni sana sarılmaya, öpmeye çağırıyor ama seni
öptüğüm an, beni cezalandırmak için öleceğini biliyorum. Gözlerinde “Seni
anlıyorum” diyen bir ifade mi var, yoksa kendimi mi kandırıyorum? Her şeye
bir anlam yüklemekten, her an benimle iletişime geçmenin bir yolunu
bulduğunu düşünmekten yoruldum. Sanki kendime sahte bir dünya kuruyorum.
Belki de bu hastane, benim cehennemimde bir dekordan ibarettir, kim bilir…
***
Yol, ayağımın altından çekilip alındığında haklı olduğunu anladım. Bir gün içki
komasına gireceğimi ve beni bir hastane odasında saatlerce beklemek zorunda
kalacağını söylemiştin. Sadece kimin kimi bekleyeceği konusunda yanıldın.
Dün gece seni rüyamda gördüm. Bir deri bir kemik kalmıştın. Parmakların bir
örümceğin parmakları gibi incecikti. Ellerini tuttuğumda parmakların kırıldı.
Bana acı acı gülümsedin. Sonra kırılmış parmaklarını dudaklarına götürdün.
Onları sanki bana acı çektirmek ister gibi yavaş yavaş yedin. Bu rüyayı
unutmak, bir daha hiç hatırlamamak istiyorum. Bu günlüğü neden tutuyorum,
unutmak istediğim bu rüyayı neden buraya yazıyorum, bilmiyorum. Belki de
uyandığında, senden af dileyecek yüzüm olmayacağından, iki kelimeyi bir
araya getirip konuşamayacağımdan bu günlüğü sana vermek için yazıyorum.
Artık yüzüne bakacak yüzüm, cesaretim kalmadı. Yüzüne baktığımda,
rüyamdaki tebessümünle karşılaşmaktan o kadar çok korkuyorum ki… En iyisi
hiçbir şey düşünmemek! Neden bu kadar düşünüyorum?
***
Ambulansın acı sesini hâlâ duyuyorum. Kırılan kemiklerin, ezilen göğüs
kafesin kalbini yerinde tutabilecek mi, bilmiyorum. Hâlâ uyanmanı, beni
affetmeni, günün tam manasıyla onarılmasını bekliyorum.