Aylardan Kasım. Brüksel’de yapılacak uluslararası bir toplantıyı gazetem için
takip etmek üzere kurban bayramı arifesinde İstanbul’dan Brüksel’e uçuyorum.
Bayram arifesi dedim ya, tatilcilerin çokluğu nedeniyle oldukça büyük bir
uçakla yaptığımız yolculuktan sonra, pasaport kontrol gişelerinin önündeki uzun
kuyruklara girdik, sıramızı bekliyoruz. Sıraya aldırmadan yanımızdan kırklı
yaşlarda bir erkek ve yaşına rağmen büyük çeviklikle oğlunun peşinden koşturan
beyaz yazmalı, yeşil hırkalı, siyah üzerine iri çiçek desenli büzgülü divitin etek
ve kalın siyah fitilli çorap giymiş, suratında derin çizgileri olan yaşlı bir teyze
gördüm. Oğlunun elinde iki çuval, teyzede de çizgili tahta saplı pazar torbaları
vardı. İlerlediler ve kaybettim onları. Biraz sonra salondaki kalabalığın
uğultusunu bastıran tiz ve yüksek volümlü bir kadın sesiyle başlayan bir
konuşmaya tanıklık ettik.
– Elaattin, Elaattin!
– Ne var ana? Gelme yanıma. Orda kal! Sen ordan geçcen.
– Ama karı goyvermiyo ki
Bekleyen ve çoğu Türk olan kalabalıktan yükselen kahkahalar salonu doldurdu.
Avrupa Birliği vatandaşı oğlundan ayrı geçmek zorunda kalan yaşlı teyzemiz
gişeye yakın bir yerlerden kuyruğa kaynak olmaya çalışınca, kuyruktaki bir
hanım tarafından kuyruk sonuna gitmen gerek diye uyarılmıştı sanırsam. Kafamı
uzatıp baktığımızda o hanımların teyzeyi gülerek kuyruğa aldıklarını gördüm.
Biraz sonra bagaj kuyruğunda teyze ile oğlunun yanındaydım. Ayaküstü
konuşmamızdan Afyon Emirdağlı olduklarını öğrendiğim aile Brüksel’in Türk
mahallesi denilen bir bölgesinde oturuyordu. Her sene üç aylığına teyzenin
oğlunun yanına geldiğini, oğlunun da bir şirkette çalıştığını öğrenmiştim. Ben de
kendimi tanıtıp bir röportaj yapmak için evlerine gelmek istediğimi söyleyince o
Anadolu misafirperverliğiyle çok mutlu oldular. Telefonlar ve adres alındı, bir
hafta sonra buluşmak üzere vedalaştık.
Sıkıcı, yoğun bir haftadan sonra Pazar günü merkezdeki otelimden yürüyerek
Türk mahallesine gittim. Gerçekten kendinizi Türkiye’de zannedeceğiniz bir
mahalle burası. Bütün dükkânların vitrininde Türkçe yazılar veya bir Türk
markalı mobilyacı, perdeci görmek mümkün burada. Bakkal ya da modern
adıyla market, kasap, berber, ayakkabıcı, terzi ne ararsan var ve hepsi Türk. Eski
evlerden oluşan bir ana caddeden yokuş aşağı ilerliyorum. Eski apartmanlar en
fazla beş katlı, çoğunun altı dükkân. Kokularıyla da beni memleketimde
hissettiren dönerci, pideci ve simitçiyi de unutmayalım. Bu caddede yürürken
kendimi Türkiye’deki bir kasabadaymış gibi hissettim. Eski de olsa evler bizim
çirkin beton apartmanlarımızdan kesinlikle daha zevkli. Ama o apartmanların
tülleri ya da perdelerine dikkatli bakarsanız Anadolu’daki bir ev gibi olduğunu
da fark etmemek mümkün değil.
Elimdeki adrese göre aradığım binanın karşısındayım şimdi. Demir kapılı camlı
bir apartman girişindeyim. Bu apartmanın ikinci katında oturuyor bizim
Alaattin. Yukarı çıkıyorum, zili çalıyorum ve kapıyı Alaattin açıyor, yüzünde
kocaman bir gülümsemeyle. Etrafını evin diğer fertleri sarıyor orta okula
gittiklerini düşündüğüm iki kız ve beş altı yaşlarında görünen bir erkek çocuk.
İçerden gelen börek ve patates kızartması kokuları da sanki bana hoş geldin
diyor gibi. Salona geçiyoruz. Afyon’dan gelen teyzemiz salonda oturduğu
yerden kalkıp bana hoş geldin diyor. Evin hanımıyla da tanışıyoruz biraz sonra.
Aslında ben daha çok Sultan teyzeyle görüşmek için buradayım ama gazeteci
olmak isteyen evin meraklı ikiz kızlarının soruları beni şaşkına çeviriyor.
Alaattin kucağına aldığı oğlunun başını okşarken kızlarına hayranlıkla
bakıyordu.
– Abi biz okuyamadık ama çocuklar okusun bizim gibi sürünmesinler istiyom.
Anaları da, ben de onlar için çalışıyok, onlar da emeğimizin karşılığını
veriyorlar çok şükür, dersleri çok iyi.
Bu arada söze Sultan teyze giriyor:
– Bunlar burlar da okuyup kalınca kim ata toprağına sahap çıkcak evladım. Ben
ölende ıssız kalcek topraamız.
Evin hanımı çaya eşlik edecek börek, patates kızartması ve yaprak sarma dolu
tabakları getirirken ben Sultan teyzeyle koyu bir sohbete dalmıştım bile.
– Seviyor musun teyzem burayı?
– Neyini sevem be evladım! Karanlık, soğuk memleket burlar.
– ……….
– Mecbur olmasam heç gelmem ya, Elaattinim zorlan alır gelir beni orlarda
kimse kalmayınca.
– Kaç çocuğun var teyzem?
– Üç tene doğurdum da, ikisi sizlere ömür.
– Allah rahmet eylesin neden öldüler ki?
– İlk çocuğum kızdı, üç yaşında hastalıktan rahmetlik oldu. Selattinim de şehit
oldu askerkene, dedi ve gözlerinden yaşlar süzüldü.
– Mekânları cennet olsun üzdüm seni teyzem.
– ………
– Buralarda nasıl vakit geçirirsin?
– Napcam be evladım… Çocuklar mektebe, bunlar da işe gidiverince acık evi
toplar, acık da yemek yapıveririm. Sonra da camdan dışarıyı seyrediyom. Üç ay
çabucek geçiverse de ben de köyüme dönsem deyi gün sayarım.
– Köyde günler nasıl geçiyor teyzem?
– Kışın üç beş ev kalır da, baharda çok şenliklidir benim köyüm, ekerim,
biçerim, hayvan güderim, komşularımla yarenlik ederim. Yazın bunlar da gelir
tatile ama iki haftadan sonra deniz kenarına kaçıverirler.
– ………
– Evladım ye, pattesi bizim tarlalardan.
Patatesi bile memleketten getiren yurdum insanları bu Avrupa başkentine
kıyısından tutunmaya çalışıyorlar. Kendimi evimde hissettiğim üç saatin
ardından teyzeyi Emirdağ’daki evinde de ziyaret etme sözü vererek ayrılıyorum
yanlarından. Bu röportajı da muhtemelen teyzeden sonra satılacak o topraklarda
tamamlayıp yayımlamaya karar veriyorum. Bizim meslekte uluslararası
toplantıların ne kadar önemli olduğuna bizzat tanık oluyorum böylece.