Öğle paydosunun bitmesine en az yarım saat vardı. Hastanenin Haliç’in kıyısındaki minik kafesine girdim. İçerisi sessizdi tam istediğim gibi. Girişin sağ tarafında, biri bakıcısı olduğunu tahmin ettiğim karşılıklı iki kadın oturuyordu. Bakıcı olduğunu düşündüğüm başı yemenili olanı, soket çoraplı ayaklarının parmaklarını tokyosunun tabanlarına dayamış, kollarını göğsünde kavuşturmuş, karşı kıyıya bakıyordu. 80’lerini sürmekte olduğu anlaşılan, bakıcıya tezat şık giyimli kadınsa, iri damarlı, iskelete dönmüş parmaklarının kısa tırnaklarına özenle – titreyen ellerinin izin verdiği ölçüde tabii – oje sürmekle meşguldü. Geriatri servisinin yatılı bir hastası, belki ayakta tedavi gören bir müdavimiydi.

Açık pencerenin yanındaki masaya oturdum. Çayımı masaya koydum, kitabımı çıkardım. İlk satırlara göz gezdirirken, telefondan geldiğini sandığım hafif bir tango sesi kafeyi doldurdu.

“Bana gel biraz Ayşe…”

Hemen ardından bir “Ahh” sesi yükseldi yaşlı hanımdan.

“Yetişir bu naz Ayşe…”

Ve tangoya yine bir “ah” sesiyle eşlik etti. Öylesine derinden bir iç çekişti ki bu! Sonra burnunu çekti. Nezle miydi? Yoksa?…
Çatlak, hırıltılı, burundan gelen, cırtlak ya da ne bileyim parazitli sevimsiz bir ses değildi. Televizyonun siyah beyaz dönemindeki spikerlerin konuşması gibi berrak ve net bir telaffuzu vardı.
Kitabı kapattım okuyamayacaktım. Arkamı da dönüp bakamıyordum, rahatsız olmasınlar diye. Girerken görmemiş olsam, yaşlı hanımın Semiha Berksoy tarzı sahne kostümlü, abartılı, satirik makyajlı olduğunu düşünürdüm. Oysa hiç de öyle değildi, tersine, son derece güncel giysileri vardı. Beyaza yakın gri saçları asker tıraşını andırır biçimde kısa kesimdi. Bu, ona modern bir görünüm veriyordu. Camları bebek mavisi rengindeki metal gözlüğü, bej pardösüsü, siyah mus çorapları ve tangoya ritim tutan hafif topuklu ayakkabılarıyla Nişantaşı’nda mağaza vitrinlerine bakan kadınlardan farksızdı. Yüzünü görmesem orta yaşlarını süren, kültürlü, tarz sahibi bir kadın derdim.

Arkamı dönmeye çekiniyordum ama açık camın kanadındaki yansımayı da röntgenci gibi izlemekten kendimi alamıyordum. Bulanık görüntü az çok ipucu veriyordu. Kadın bir Haliç’e bir tırnaklarına bakıyordu. Çalmakta olan tango bitince bakıcısına “Bak bunu biliyor musun” diyerek başka bir tangoyu dinletmeye başlıyordu. MP3 dediklerinden miydi, yoksa youtube’dan mı dinletiyordu, camdaki yansımadan göremiyordum. Ama müzik hiç susmuyordu.

“Sevdim bir genç kadını.”

“Ahh, Celal İnce, O radyoda çıktığı zaman bütün gençler piste dolardık.”

“Ansam onun adını…”

“Ahh gençlik…” Ve burnunu çekti yine.

“Her şey beni ona bağlar.”

“Ahhh”

“Kalbim durmadan ağlar.”

Bir ahh daha çekmiş olmalı duyamadım, çünkü bakıcının “yemek saati geldi” uyarısı müziği böldü. Yaşlı hanımın siparişi bamyaydı. O ara hafifçe arkama doğru döndüm. Ne benim ne dünyanın farkındaydı. Uzaklara dalıyor, sonra gözlerini tırnaklarına çevirip ellerini hafifçe uzaklaştırıp nasıl göründüklerine bakıyor, masadaki şeffaf oje şişesiyle oynuyor ve ayaklarını hafifçe tangonun ritmine uyduruyordu. Bedeni dursa da ayakları dans ediyordu…
Haliç’e döndüm ben de. Haliç o gün, Monet’nin tuvallerindeki gibi tatlı, ışıltılı  renklere bürünmemişti. Kıpırdanıp duran gri sularını neşelendiren tek şey, bir martı sürüsünün uçuşuydu sadece. Gözlerim kısa bir süre onların sağa sola ani dönüşlerini izledi.

Telefon bir tangodan diğerine geçiyor, biri bitince diğeri başlıyordu.
“Sana nerden gönül verdim.”

“Ahh…”

Hıçkırık mıydı? Sanmıyorum, nezle olmuş olmalı, yüzünde ağlak bir ifade görmemiştim, belki göremedim. Boşluğa bakıyordu. Sadece kendisinin görebildiği; derinlerde, uzaklarda bir yerlere…
Bakıcı elinde iki kâğıt tabakla geri döndü. “Bamyanın pişmesi yarım saati alır dediler, ben de  makarna getirdim” dedi.

“Ah keşke vermez olaydım.”

“Ahh… Bizim evde hep bamya pişerdi. Annemin evinde sıcak yerdik. Evlenince bamya pişirdim, sofraya koydum, kocam öyle baktı yemedi, bekledi, bamya soğuk yenir dedi. Sonra hep soğuk yedik bamyayı.”

Kafenin kapısı açıldı. Kucağında çocukla bir kadın girdi içeri. Köşedeki oyuncaklı otomata yöneldi. “Bak buradan para atınca oyuncak gelecek” diyerek ağlayan çocuğunu susturmaya çalıştı. Oyuncağı aldıktan sonra sağ çaprazımdaki masaya oturmasıyla bir ezan sesi yükseldi. Namaz vakti değildi. Telefon, tok sesli bir müezzinin okuduğu ezanla çalıyordu anlaşılan.  Tangonun sesini kaybettim.
O sırada bir başkası daha içeri girdi. Yanımdaki masaya oturdu. Davullu zurnalı bir telefon zili ortalığı inletti. Adam telefonunu cebinden çıkarmak için sağ elindeki tespihi sol eline aldı. Sonra baş parmağına doladığı tespihi tokmak gibi kullanarak masaya vura vura konuşmaya başladı.

“Ya bak ne diyorum ben sana…”

Takk!

“Metronun eli kulağında diyorum, ha geldi ha gelecek diyorum,”

Takk!

“Pişman olursan…”

Takk!

“Dur, bir dinle, dinle bir yaaaa… ”

Takk!

“Seneye iki katını verip senden almayan şerefsiz!”

Takk!

“Bak almazsam şerefsizim diyorum, daha ne diyim sana Zahit!!”

Takk!

Kitabımı sırt çantama tıkıştırmaya çalışırken mesainin başlamak üzere oluşuna seviniyordum. Polikliniklerin olduğu tarafa doğru gitmek için kafeden çıkarken yaşlı kadınla bakıcısına göz ucuyla baktım. Bakıcısı bahçedeki çiçeklere bakıyordu. Yaşlı kadınsa Haliç’in çok ötelerinde bir yerlere dikmişti gözlerini… Ayakları yerde, ojeli tırnakları masada tempo tutuyordu hâlâ.