20 Mayıs 2020

Almanya 

Sevgili Günlüğüm, yol arkadaşım, can yoldaşım, 

Aylar oldu seninle şöyle bir hasbihâl etmeyeli. Nedense elim gitmedi. Değil elime kalem almak kapağını bile açmak istemedim. Eski günleri okumak sanki varlığı bir masal ya da distopya gibi sadece kitap sayfalarında olan bir dünyaya uzaktan bakış gibi olacaktı. İçinde olduğum an ise elle tutulmaz, bir şekle sokulmaz, kaygan bir belirsizlikten ibaretti. Bense çok derin bir okyanusun bulanık suyu içinde uğultudan başka bir şey duyamıyordum. Hoş zaman hâlâ belirsiz ama benim yüzdüğüm su berraklaştı, tıkalı kulağım açıldı. Seni özlediğimi, seninle konuşmak istediğimi fark ettim. Ve işte seninleyim, satırlarının üzerinde kalemim kendi ritminde akıyor, nasıl bir müzik çıkacak bu hasbihâlin sonunda bilmiyorum. Bilmiyorum ama artık bilmemek korkutmuyor beni. Bilinmezliği tüm ruhumla kucaklıyorum ve bana sunacağı müzikle dans etmeye hazırım çünkü zamanı bilemesem de kendimi biliyorum. 

Kaçıncı gündeyiz bilmiyorum. Ne ileri ne geri saymayı çoktan bıraktım. Neyi sayacağımı da bilmiyorum.  Virüsün ilk duyuluşundan bu yana mı, ülkede ilk vaka duyulduğundan bu yana mı, sokağa çıkmanın kısıtlandığı önlemlerden bu yana mı, önlemlerin hafifletildiği zamanlardan bu yana mı? Of! yazarken bile sıkıldım. Zaten hayatımız bu virüsle birlikte 14 günlere bölündü. Karantina14 gün, hastalığın kuluçka süresi 14 gün, önlemler işe yaradı mı yaramadı mı 14 gün, son sınıflar okula gidebilecek ama alt sınıflar 14 gün sonra, dükkânlara izin verdik ama lokantalar 14 gün sonra falan falan. Ciyaaak bağırasım var! En iyisi saldım çayıra mevlâm kayıra derler ya ben de saldım, gün be gün yaşıyorum. Beni sürekli yiyen iç sesim de saldı galiba, sesi kesildi. Konuşmuyor benimle son zamanlarda. Ben Almanya’ya yerleşsem mi acaba diye düşünmeye başladığım andan beri bir cengâver kesilmişti oysa. Bir dakika susmuyor, sürekli benimle didişiyor. Yaş olmuş bilmem kaç, bu yaştan sonra memleket mi değişirmiş, aşk karın doyurmazmış, aile, arkadaşlar, dostlar hiçbiri olmadan yaşanmazmış, yaptığım bir sürü etkinlik ne olacakmış falan konuştu konuştu durdu. Bir çene aman yarabbim! Ben inadım inat kafamın dikine gidip gene de yerleşince Almanya’ya, bıraktı biraz beni kendi halime sonra gene vıdı vıdı. Dediklerinin bazılarında doğruluk payı yok değil ama yiğitliğe de mok sürmek istemiyorum, aldım soluğu memlekette. Oh! mis gibi, bir ay hasret giderdim ailemle, eşle dostla. Ay pek iyi geldi ama dönmek de iyi geldi. O şehir kargaşasından, insan kalabalığından, sinirimi bozan haberlerden uzak! Bu gidip gelmeli düzenden iç sesim de memnun oldu ki herhalde sadece “aralar üç dört ayı geçmesin ha aman” deyip sustu. Tam dört ayı devirmişiz Türkiye bileti alacakken sınırlar kapanmasın mı?! Uçuşlar durdu, ne zaman açılacağı belli değil, kaldık mı elin memleketinde. İste o zaman aldı sazı eline benim iç ses konuştu da konuştu gene; yedi beni. “Kaldın buralarda, ya hastalanırsan sana kim bakacak, oralarda annen, kızın hastalanırsa kim bakacak, buralarda yalnız başına ölüp kalmak mı istiyorsun, tamam enişte var ama ya kızçenin ve anacığının kokusu, kaç ay sürecek kim bilir” dedi de dedi, tüketti beni. Bir korku saldı içime. Hem televizyonun hem de telefonun ekranına yapışık yaşadım günlerce. Kaç kişi hastalanmış, kaç kişi iyileşmiş, kaç kişi ölmüş habire dinliyorum. Ne anlıyorsam artık! Neyse bu sayılardan ziyade virüsün üreme sayısının önemli olduğunu anladık, bu sefer onu takip etmeye başladım. Sayı 1’in üzerine çıkarsa bir panik havası ama Allah’tan 1’in altında çoğunlukla. Almanya hiçbir zaman sokağa çıkma yasağı koymadı ama aynı haneden en fazla iki kişi çıksın, sadece yiyecek alışverişine çıksın -zaten marketler, eczaneler hariç her yer kapalı, nereye gideceğiz- diye uyardı durmadan. Eh! Adamlar makul tabii, insanlar uydu uyarılara. Ben haftada bir, çabuk çabuk pazara gittim geldim valla, maske eldiven zorunluluğu yokken bile maske eldivenle. Neme lazım, el yerlerde anamı, kızımı bir daha göremeden öbür tarafa göçmeye niyetim yok ama enişte sanki hiçbir şey yokmuş gibi dışarı çıkıp duruyor. Ay öldüreceğim adamı! Evde oturmaktan sıkılıp bahçeye verecek kendini, sürekli bahçe için eksikleri almaya gidiyor.  Çıkmışken bir de markete uğradım diyor falan. Hay yarabbim! Ayakkabılarını dışarıda bırak, alışverişi hemen içeri sokma, havalandır, ellerini yıkamadan hiçbir şeye dokunma diye ciyak ciyak ben adam beni delirmiş ilan etti. Ne de olsa Alman! Alısverişin sabunlarla yıkanıp dolaba konduğunu hiç görmemiş ki hayatında! Hani sınırlar açık olsa neredeyse paketleyip anneme geri iade edecek. Bu arada Türkiye’de bütün kadınlar ne kadar hamaratlıkları varsa ortaya döktüler. Ekmek, kurabiye, börek, çörek resimleri havada uçuşuyor, örülen kazaklar, dikilen elbiseler birbirine gösteriliyor, sanat becerileri olanlar tablolar, heykeller üretiyor! Bense burada bu furyaya kapılmış herhangi bir vatandaş görmediğimden, zaten elişiyle aram yoktur bilirsin, uzaktan seyrediyorum, bende mi bir eksiklik var yoksa herkes hayatta kalma refleksiyle hafif delirdi mi diye düşünüyorum. Süre uzadıkça sadece mutfakta hayatın geçmeyeceği anlaşıldı, millet hayatını online dersler, online etkinliklerle renklendirmeye başladı. Alınan kilolar artık evimizin kızı haline gelen Leslie ile verilme çabasına girildi. Bense kendimi bahçeye verdim. Doğanın mucizesini gün be gün gözlemlemek, dünyaya muhteşem bir güzellik katan bir çiçeğin en güzel halini alıp olanca haşmetiyle açmasının nasıl bir emek, sabır olduğunu görmek beni büyülüyor.  Bir zaman sonra solup yeniden açıncaya kadar kendini beslemesi, gelişmesi bana olması gereken hayat döngüsünü hatırlatıyor. Belki hepimiz daha çok doğanın içinde olmalı, onu anlamalı, hissetmeli, onun döngüsünden ders almalıyız. Doğa sanki bir dur dedi bize, beni yok edersen kendini de yok edersin. Dur bir düşün dedi. Hepimiz bir sakinledik. Ben sakinledim. Hatta öyle bir sakinledim ki, Almanya’ya yerleştiğimden beri iç sesimin de beni habire dürtmesiyle bir türlü iç huzuru bulamadığım burada yaşamanın eksi yönlerinden ziyade artı yönlerine konsantre olmaya başladım. Hâlâ cevap bulamadığım kendi dilimde konuşma, dertleşme, didişme konusu kaldıysa da bu kadar el üstünde taşınacağım, huzur içinde yaşayabileceğim bir hayatımın daha olmayacağını anladım. Elimdeki güzellikleri içime almak, sindirmek yapmam gereken. Belki kendimle geçirdiğim süre içinde geldiğim noktadan dolayı korkmuyorum gelecekten, belirsizlikten. Tabii ki memleketime gidip sevdiklerime sıkı sıkı sarılmak istiyorum. Her ne kadar Almanya’da yaşam ruhuma iyi gelmeye başladıysa da yüreğimin alevini canlı tutan dostlarım, ailem orada. Bakalım sınırlar açılıp biz gidinceye kadar sarılma yasağı da kalkar mı? Sevgisiz bir yaşamın bir anlamı olmadığı gibi sarılmasız bir yaşam da bana çok zor. 

Ay, bunu da sana söylemeden geçmeyeyim; bir de “yeni normal” diye bir kavramımız oldu! Yeni olduğuna göre eskisi de var.  Eskisi neydi? Normal ne ki? Sözlüğe göre normal; alışılagelene, kurala uygun olan, şaşılacak bir yönü bulunmayan demekmiş. Kimin kuralı, neyin kuralı? Bir kuralın olması ve o kurala çoğunluğun uyması o kuralın doğru olduğunu gösterir mi?! Bakalım bu yeni normalin altı nasıl dolacak? gibi kafamda deli sorular.  Biraz da komik geliyor açıkçası bu tabir. Umarım büyük balığın küçük balığı yemesi yerine her ikisinin de eşit yaşam hakkına sahip oldukları yeni bir “normal” anlayışımız olur. Hay yarabbim, nasıl bir dönemde dünyaya gelmişiz yeni normaller falan, ha ha ha! Belki de dünya yepyeni bir düzene geçiyor ve biz de şahitlik ediyoruz. Vay be! 

İşte böyle sevgili günlüğüm, hayat değişiyor. Biz değişiyoruz. Her yaşadığımız olay bizi bir evvel olduğumuz yerden başka bir yere taşıyor. Belki de eskiye tutunup kalmamak, yeninin getirdiklerini benimsemek, kendimize yarar hale getirecek şekilde işlemek yapılması gereken. Belki böyle böyle büyüyüp her bahar muhteşem açan çiçekler gibi bizde kendi rengimizde açacağız her yeniden doğuşumuzda.