Gecenin tam ortasında adamı kan uykusundan uyandırıyorlar.
Her seferinde, önce anlamıyorsun.
Neredesin?
Ne oluyor?
Kim bu terli, tombul suratlı adam, benden ne istiyor, niye suratıma öyle eğilmiş
bakıyor?
Korkuyorsun, sonra yavaş yavaş zihnin açılıyor, hastanedesin, tek başına yattığın
odanın loş ışığında, suratını suratıma eğmiş, nefesi hafif sarımsak kokan bu adam
hastabakıcılardan biri.
Saatine bakıyorsun, gece yarısını çoktan geçmiş, ertesi günün saatlerini tüketiyor
yelkovan…
Ne var? diye soruyorum, duymamış gibi bakıyor suratıma.
Yineliyorum ‘ne var’ı, “makinaya inecez abey” diyor.
Makine dediği röntgen!
“Uykum var, kan uykum var ulan benim, niye uyandırıyorsun, git başımdan” diye
çemkiremiyorsun bile.
Emekçi yahu bu adam, uykusunu bana feda etmiş!
Homurdanmamı umursamıyor zaten, tekrarlıyor üstelik,
“röntgene incez abey.”
Bakıyorsun suratına, direnmekten vaz geçiyor, utanıyorsun bir de.
Doğruluyorsun yatakta, saatine tekrar bakıyorsun, 01:19, “yine iyi” diye geçiyor
aklından. “Yine iyi, geçen gün sabaha karşı kakalaya, kakalaya uyandırmıştı, “abey
sıra kaptım makinayı kaçırmayık, kalk hade” diye.
Hastane halleri, çare aramak yüzünden, çaresiz böyle…
Koskoca gastro bölümünde bir tane röntgen cihazı var.
Arızasız günlerinde yirmi dört saat kuyruk var başında.
Altıncı katta gastro bölümünde yatıyorum.
Bu röntgen ve benzeri görüntüleme işleri yatan hastalar için gece yarısından sonra
yapılabiliyor. Bu kurum yirmi dört saat çalışmak zorunda. Günübirlik hastaların
tetkik işlemleri olabildiğince gündüz hallediliyor. Geceler de yatan hastalara
ayrılmış.
Burası Şişli Etfal Hastanesi.
Şişli’nin göbeğinde. Padişahlardan Abdülhamid tarafından 1899’da hizmete
sokulmuş. Yüz yirmi yıldır insanlara şifa dağıtmaya çabalayan bir sağlık yurdu.
Şimdilerde, rantın tavan yaptığı bu dönemde, yöneticilerimizin, hakkında “iyi”
şeyler düşünmediği rivayetleri var. Otel falan… gibi.
Doktorundan, temizlikçisine üzerine titriyor çalışanları. Altı katlı kocaman bina.
Tüm görüntüleme işlemleri eksi bir, eksi iki bodrum katlarda.
Bilal amcamız var bu sıralar.
Bilal amca benden bir gün önce yatırılmış. Aslan gibi iki oğlu var. işi gücü olan
genç çocuklar. Yirmi dört saati ikiye bölmüşler, on ikiden, on ikiye babalarına
refakat ediyorlar.
Bilal amca sesiyle, tek başına tüm kata hâkim! Gözleri görmüyor.
Sesi çok kalın. Çoğu zaman, çok yüksek sesle bağırarak geçiriyor zamanını.
Aralarda küfrederek, güzel şarkılar söyleyerek ama sürekli ses çıkararak yatıyor
yatağında. Aramızda perdeler var, görmüyoruz birbirimizi. Bilal amca çoğu kez
oğullarına, “elinde ne var” diye sesleniyor. Onlar da “su,” “gazete,” “kitap” falan
gibi yanıtlar veriyor.
On dört yataklı katın tek hâkimi Bilal amcanın yatağı benim tam karşımda.
Ah o perdeler… Perdeler olmasa göreceğiz birbirimizi.
Bir ara üst üste İstiklal Marşı’nı seslendirdi! Ona itirazımız yok da, her
söyleyişinde “ayağa kalkın” komutu canımızı sıkıyor!
Şu sıralar notasız bağırıyor.
Oğulları günde yüz kere bizlerden özür diliyor.
Üzülüyoruz. Hem Bilal amcaya, hem oğulları utanıyor diye.
Gece. Müthiş bir sessizlik var odada. Bilal amcadan tık ses çıkmıyor.
Dışardan da herhangi bir ses gelmiyor. Çıktım yataktan. Usulca yaklaştım Bilal
amcanın yatağına. Perdeyi hiç sallamadan, ucundan kıvırıverdim, bebek
sakinliğinde uyuyordu. Yüzünü ilk kez görüyordum. Koğuşun loş ışığında uzun
uzun baktım yüzüne. Sakalları uzamış, esmer, saçları siyah ama seyrelmiş,
kaşlarında bol beyazlar var. Kapalıydı gözleri. Ama garip bir kapalılıktı. Şaşırdım,
nabzım yükseldi birden, kördü! Bilal amca kördü. Aralıktı göz kapakları. Sanki
bana bakıyordu.
Ama görmüyordu Bilal amca.
Bunu beklemiyordum. Günlerdir içimde biriktirdiğim öfke sönüverdi.
Utandım. Başını sağa sola çeviriyor, etrafına bakıyormuş gibi baş hareketleri
yapıyordu.
Boğazım düğümlendi, sonra fark ettim ki, sessizce ağlıyorum. Utancımdan ter
bastı. Günlerdir öfkelenerek düşünmüştüm bu adamı. Kördü yahu Bilal amca.
Başını bana doğru çevirdi. Sağ kolunu havaya kaldırıp yüzüme doğru salladı. “Sen
karşıki yataktan mısın” dedi.
Ürperdim. Tüylerim diken diken oldu. Görmüyordu ama ona baktığımı hissetmişti.
“Evet” dedim.
“Aferin” dedi.
Sustu, durgunlaştı bir süre. Gözleri fırıl fırıldı.
Kıpırdamamı, yer değiştirmemi izliyordu başıyla.
“Ben hep buradayım Bilal amca, istediğin zaman seslen sohbet ederiz” dedim.
O günden beri iyi dost olduk Bilal amcayla.
Artık bizim koğuşta bağıran, çağıran kalmadı.
Mırıl mırıl sohbet ediyoruz… Uzun yıllar toptancılık yapmış. Anlattığına göre
İstanbul’un tüm lüks mekânlarına meyveyi, sebzeyi Bilal amca dağıtırmış.
“Bizim oğlanlar bi uzaklaşsalar sana çapkınlık günlerimi anlatacam” dedi geçende.
Heyecanla bekledim o günleri…
Ve bir gün, iki oğlu birden gelmeyince seslendi bana, “kara oğlan gel konuşalım”
diye.
“Sen” dedim, “benim esmer olduğuma nereden karar verdin?”
“Evlat” dedi, “körsek burnumuz koku almıyor mu, alıyor di mi, sen esmer esmer
kokuyorsun.”
Bir şey diyemedim. Sormadım da esmer kokusu nasıl bir şey diye.
Diyorsa öyledir.
Turunçluların dediği gibi: “napçez gari?”
Biz de zaten yapmadık bi şey gari!
O akşam, gece yarısına kadar tuttu beni.
Dört saat boyunca anlattı çapkınlık günlerini.
Bir satırını bile yazamam.
Adamın anlattıkları çapkınlık falan değil, hard porno!
Anlattıkları uydurma bile olsa dinlerken kan ter içinde kalıyorsun.
Ama, uzaktan biri bizi dinlese, anlattıklarının azıcığını duysa(!) o şeyleri
anlatırken, tövbe tövbe yani…
“Eyvallah ama” yani, di mi Bilal amca?