Gözlerini yabancı bir mekânda açtığını bilecek kadar aklı başındaydı şimdilik. Şaşırmadı. Sadece,
buraya nasıl ve ne zaman geldiğini hatırlamadı. Yardım dileyen bakışlarıyla, mekânı tararken kavrayışı
sendeledi ama kısa sürede, tekrar dengesini buldu. Kırışık ve solgun yüzünde, sıkıntılı bir seğirme hali
belirdi. “Oturuyorsun. Aklını topla, ne zaman ve nasıl geldin hatırla!” Kendine çekidüzen vermesi için,
yaptığı bu uyarı, yüreklendirici bir etki yaptı. En son hatırladıkları şeyleri tekrar gözden geçirdi. Bir
kanıta rastlamadan gözünü açmamaya kararlıydı. Gözleri kapalıyken daha yoğun düşünebiliyor,
zihnindeki karanlık sıyrılıp aydınlanıyordu. Sabah yürüyüşünde fenalaştığını hatırladı. Acil servise
girince, baş dönmesiyle birlikte göz kararması şeklideki rahatsızlığın tekrarladığını… Bayılıp düşmemek
için direnişini… İskemleye çöküşünü hatırladı. Şehir hastanesindeydi ve artık gözlerini açabilirdi. İşte…
Bu andan sonrasını ben anlatmayacağım… Beğenmedi; kendi anlatacak. Anlatacakları onun, zihninde
tuttuğu günlüklermiş:
“…Acilin kocaman bir salonundaydım. Kadın, erkek, çoluk çocuk, tam ana baba günü. Hasta kabul yeri
bu kadar büyük olan hastanenin kendisi, kim bilir ne kadar büyüktür? Hastalar, bir servisten diğerine
ya dolmuşa – duyduğuma göre tren, yer altı treni, otobüs, taksi bile varmış – ya da bir başkasının
sırtına binerek gidiyor. Hayır, bu şehirde. Amaaan, anlayın işte… Hastanede demek istedim! Öyle
çuvallarsın işte! Kendisi anlatacakmış… Pöh! Gideceği servise, oflayıp puflayarak kendi kendine ya da
bir başkasının sırtında giden veya oturduğu yerde rahatça inleyeninden tutun da ne hastalar
gördüm. Her yerde… Ayakta, yerde, kanepede, iskemlede, sağa sola dönemeyecek kadar dar
sedyelerde yatan hastalar vardı…
Beyaz önlüklü, eldivenli doktorlar görüyordum… Koşuşturuyorlardı. Hem doktorlar, hem de sağlık
personeli bu kadar çok hasta karşısında çaresiz görünüyordu. İnsanlar o kadar sefil, o kadar acınası
ve yardıma muhtaçtılar ki. Bir İNSANIN, doktorun onlara yardım etmesi imkânsızdı. O an, TANRI
olmak istedim! Dönüp kendi halime bakınca, güldüm. Doktorların yüzlerinde, herhangi bir duygu ve
düşünce ifadesi yansıtmayan “robotik” beyaz maskeleri vardı. Hastalarla göz teması yapamıyorlar.
Yani o kadar yoğun çalışıyorlardı.
İşte o maskeli doktorlardan biri bana yaklaştı. Bir eliyle göz kapaklarımı aralayıp, diğer elindeki fenerin
ışık huzmesini gözlerime tuttu. Yanındaki hemşireye bir şeyler söyledi, duyamadım. Başka bir hastaya
doğru uzaklaştı. Şişman hemşire kıvrak bir hareketle, elindeki tablete bir şeyler kaydetti. Sonra
“Kardiyoloji servisine gideceksin” dedi boşluğa, ileride yanıp sönen sarı ışıklarıyla “Danışma”yı işaret
etti. Bileğime bir barkot kartı bağladı.
Üzerimde eşofmanlarım ve spor ayakkabılarımla oraya yürüyebilirdim. Danışmaya doğru daha birkaç
adım atmıştım ki, tekerlekli iskemleyi itekleyen biri “taksi” diye bağırarak önümü kesti:
– Nereye?
– Danışmaya…
– Atla…
– Zahmet olmasın… Ben giderdim.
– Olmaaaz! Otur.

Bindiğim tekerlekli sandalyeyi itekledi. Danışmanın önündeki uzun kuyruğa varınca, ucuna ilişiverdim.
Sıra bana gelince mesai bitti… İyi mi? Yine de, “Kardiyolojiye gidecekmişim” diye inledim.
Danışmadaki kız, sıkıntılı yüz ifadesiyle barkot okuma aparatını, bileğimdeki karta dayadı, ekrana
baktı: “K 12 numaralı otobüse binip, 5. durakta in. Solda Kardiyoloji tabelasını görürsün” dedi ve
gişeyi kapattı. Arkamdakiler homurdandılar. Tınmadı bile danışman kız. Rengârenk eşarpla
sarmaladığı muhteşem başını dimdik tuttu, demir ökçe seslerini bırakarak ardında, yürüyüp gitti…
K 12 otobüsüne binmeyi yardımsız başardım! Otobüs hınca hınç doluydu. Ayakta duracak yer bile
yoktu! Zorlukla, kalabalığa kendimi tıkıştırdım. Her birimiz, diğerinden şikâyetçiydi! Söylenip
duruyorduk. Zamanla sertleşen tartışmalarla, dura kalka ineceğim durağa vardık. Neredeyse
yolcuların çoğu indi. Ne çok kalp hastası varmış meğer… Şaştım kaldım! Oysa itişme, kakışma,
bağırışma esnasında daha çok ruh hastalarına benziyorduk. Bekleme mahallinde gözlerimiz saatte,
“DANIŞMA” nın açılmasını bekledik. Üzerinde yazsa da, danışacaktık!
Gişe açıldı. Barkotlarımız okundu. Beni bir odaya soktular. Elektrom çekildi. Yürüyen bantta Efor Testi
yapıldı. Kardiyolog, bir kadındı. Şeritleri inceledi, test sonuçlarını okudu. “Allah Allah” der gibi başını
salladı. Ağzından bir sözcük çıksın diye ümitle bekledim… Çıkmadı. O da, hemşireye talimatlar verdi.
Hemşire, güzel bir kızdı. Hayranlıkla seyrettim. Yüzüme kaçamak bir göz attı ve yakalanınca geri çekti
bakışını. Yeniyetme yüzünde, mahcup bir gülümseme belirdi. Elindeki dosyaya bir şeyler yazdı,
bileğimdekine ek olarak yeni bir barkot iliştirdi.
– “Beyin Anomalileri” bölümüne gideceksiniz.
Bunu söylerken menevişli gözlerini gördüm. İkinci kez, kısa bir bakış bağışladığını bilmiyordu.
Gençler, yüzlerinde robotik maskeler taşımıyordu…
– Nerede o bölüm?
– Taksi sizi oraya götürür.
– Teşekkür ederim.
Gülümsedi ama bakmadı, kalbim burkuldu. Boş bir taksi çevirdim. Genç ve neşeliydi. Bindiğim
tekerlekli sandalyeyi deli gibi sürerek, mesafeleri kat ettik. Servislerin, nerede başlayıp nerede bittiği
anlaşılmıyordu bu hastanede. Hatta büyük şehrin sınırlarıyla, şehir hastanesinin sınırları bile tam belli
değildi. Sanki koskoca kent bir şehir hastanesiydi. Kentlilerin çoğu, belki de tümü hastaydı.
Bilmiyorum. Nihayet, beyin anomalileri servisine vardık. Çok büyük bir kapının önünde durduk. İndim.
İçersi biraz karanlıktı. Biri seslendi:
– Bu tarafa gelin.
Sesin geldiği tarafa gittim. Uzman bir doktora benziyordu yaşlı kadın. Günışığı lambasının aydınlattığı
masanın başında, önündeki ekrana bakıyordu. Maskesi yoktu.
Gösterdiği yere oturdum. Amerikan filmlerinde gördüğümüz “elektrikli sandalye” benzeyen bir
koltuktu. Korktum. Hissetmiş gibi, biraz alaycı bir tonda fısıldadı:
– Korkma.
– Korkmuyorum!

Rengârenk kablolarla makineye bağlı bir kaskı, kafama geçirirken bıyık altından güldüğünü hissetim.
Kaskı kafama sımsıkı oturttu.
Bitişik odanın kapısı açıldı. Gözlüğü burnunun ucunda, profesör olduğunu düşündüğüm yaşlı bir adam
belirdi. Maskesizdi. Saçları dökülmüş koca kafasının tepesinde, minik bir metal düğme gibi bi şey
vardı. Öne eğik başıyla “ağırbaşlı” dediklerinden biri olmalıydı. Bilgi ve tecrübesinin ağırlığından,
kafasını eğmek zorunda kaldığını düşündüm. İkili, kafa kafaya verip ekranı incelediler. Hallerinden,
ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğumu anladım.
– Beyinde, “B Ö B” odağı var…
– Evet öyle…
– Cerrahi bir müdahale olmazsa… Patlar.
– Evet…
– Uluslararası bilimsel bir dergide okuduğum makaleye göre, son zamanlarda dünyada da sık
görülüyormuş. Bu tür vakaların artışıyla, ekonomik sıkıntılar, politik önderlerin yarattığı
gerilimler ve toplumsal bunalımların artışı, bire bir örtüşüyor!
– Haklısınız… Ben de okumuştum. “B Ö B” ve “E P T” tam bir “ilgileşim” gösteriyor.
– “1” numaralı cerrah şu anda boş… Gelsin. Hemen operasyona başlasın.
Odasına geçti. Ağzımı açıp bir şey diyemedim. Az sonra “1” numaralı cerrah geldi. Elinde bir matkap
tutuyordu. Yüzünde, cerrah maskesi vardı. Kadın uzman, ekrandaki bir noktayı işaret etti. Cerrah,
“anladım” dedi. Kaşla göz arasında başımdaki kaskı ayarladılar. Hedefi tutturunca, kafamı matkapla
delmeye başladı. Ekranda kendi beynimi görüyordum.
– Kafatası kemik kalınlığı mükemmel!
– Oldukça kalınmış!
– Kemik yoğunluğu da çok sıkı…
– Öyle görünüyor.
Tam o sırada “Nato mermer, nato kafa” deyimi geldi aklıma ama gülmedim. Matkabın ucu, kafatasımı
delip, kemikle beyin zarı arasındaki basınçlı bölgeye girince, hafif bir tıslama sesi duydum. Cerrah,
matkap ucunu çekince “Birikmiş Öfke Basıncı” kafamdan boşaldı, hortumdan geçerek hazneye doldu.
Öfkemin basınç derecesini ölçen aletin ibresi tepeye vurunca, her ikisi birden hayret çığlığı attı.
Ekrandan izlediğim çökmüş beynim, yavaşça genişledi. Standart durumuna gelince rahatladım.
Matkabın açtığı deliğe bir supap taktılar. Dışarıdan bakınca, saçlarımın arasındaydı ve
görünmüyordu. Mutluydum. Artık rahatça öfkelenebilirdim.
Eve gidince supaplı başımı, sabahtan beri meraktan kahrolmuş karımın göğsüne yasladım. Karım,
şefkatle saçlarımı okşarken ben, uzun uzun ve sakince, başımdan geçenleri, bir bir anlattım. Sabırla
dinleyen eşim, bendeki bi değişikliği hissetti de, başımdaki supabı fark etmedi.”