Zor uyandım bu sabah. Ter içinde kalmışım. Yüreğimde bir sıkıntı…

Yapış yapış bir Ağustos gecesi daha geride kaldı. Güneş sıcacık yüzünü nazlanmadan göstermeye hazırlanıyor. Balkona çıkıp koltuğuma oturdum. Güneşin doğuşunu izleyerek güne başlamak gibisi var mı? Bugün uzun olacak. Bir gecelik dinlenmeden sonra yeniden yirmi dört saatlik acil nöbeti tutacağım. Hastaneye gitmeden anneme uğrayacağım. İkna edebilirsem eğer, erteleyip durduğu tahlilleri için hastaneye götüreceğim. Ama önce biraz enerji depolamam lazım.

Saat yedi buçukta annemin kapısındayım. Zili çalıp bekledim, hiçbir hareket olmadı. Bu saatte nadiren uyur, bir şey mi oldu acaba diyen iç sesimi -yok ya banyodadır- diye bastırarak anahtarımla kapıyı açtım. Girişe adımımı atıp salondan gelen televizyon sesini duyunca rahatladım. Seslendim, yine duymadı. Salonun kapısına gidip başımı içeri uzattım. Koltuğa oturmuş pürdikkat televizyona bakıyordu. Ekran karardı, ben ağzımı açamadan tekrar başlat tuşuna bastı. Çok iyi bildiğim bir görüntü ekranı doldurdu. Toplam beş dakika sürecek zaten. Keyfini bozmayayım dedim, kim bilir kaç kez izlemiştir. Görüntüleri ezbere biliyorum.

Bir düğün sahnesi; masalarda oturmuş meyve suyu içip kuru pasta yiyen insanların üzerinde hızla geziniyor kamera. Sonra yavaşlıyor, piste dönüyor. Ortada gelin, damat ve dans eden birkaç çift, bolca da çocuk var. Kızların çoğu kabarık gelinlikler giymiş, erkek çocuklar papyon takmış. Kimi çığlık çığlığa koşturuyor, kimi oynuyor, kimi de dans ediyor. Sesleri müziğe karışıyor. Masalardan birine odaklanıyor kamera, otuzlu yaşlarda, sarışın güzel bir kadın, pisttekileri izlerken, bir yandan masanın üzerine oturttuğu bebeğini tutmaya çalışıyor.  Sarışın, kocaman mavi gözlü, güleç, güzel mi güzel bir bebek! Ara sıra yanındaki adama bir şeyler söylüyor kadın.

O videoyu, ben de onu izliyorum. Ayaklarını altına alıp oturduğu tek kişilik kocaman koltukta küçücük kalmış. Normalde nadir gülümseyen yüzünde kocaman bir gülümseme, özlemle bakıyor görüntüye. Neredeyse tamamı beyazlamış uzun saçlarını ensesinde toplamış, pijamaları hâlâ üstünde. Videodaki o sarışın kadınla alâkası yok! Dolgun yanakları çökmüş, gözleri küçülmüş, bakışları donuklaşmış. İncelmiş dudaklarının üstündeki dikine çizgiler ne kadar sigara içtiğini, kaş arasındaki derin çizgiler ne kadar çatık kaşlı gezdiğini ele veriyor.

Çok solgun. Ev de çok havasız, her zamanki gibi tütün kokuyor. Önündeki sehpada sigara paketi ve kahve fincanı duruyor. Kahvaltı etmediği belli! İzlediği videonun son sahnesinde kamera, bebeğin gözlerine odaklanıyor.  Annem oturduğu yerden bebeği tutabilecekmiş gibi öne doğru uzanıyor farkında olmadan. Ve görüntü kararıyor. Göz göze geliyoruz. Gözlerindeki hayal kırıklığını görmekle kalmıyor yüreğimde hissediyorum.

“Merhaba!” dediğimde yüzünde hiçbir değişiklik olmuyor. Yavaşça yerinden kalkıyor, asık bir suratla yüzüme bakmadan yanımdan geçerken “Açsan mutfağa gel, bir şeyler ye,” diyor. Sesi kalın ve buyurgan. Aç olmadığımı söylüyorum. “Bugün nöbetçiyim. Gel birlikte gidelim de şu tahlillerini yaptıralım,” diyorum. Duymamış gibi davranıyor. Bir dilim ekmek, bir parça peynir, bir iki tane de zeytini tabağa koyup mutfak masasına bırakıyor. Bir bardağa su doldurup oturuyor. “Dikilme ayakta, gitmeyeceğim hastaneye, iyiyim ben. Sen işinin başına git, beni merak etme. Çalışmaktan başka bir şey bilmezsin zaten. Benim sözümü dinleseydin şimdi böyle eşşek gibi çalışacağına keyif içinde yaşıyor, ben de torunlarımı seviyor olurdum,” diyor.

Şu an, küçücük ve çok zavallı görünen bedeniyle hastane yatağında, kolunda serum takılı… İlaçların etkisiyle derin bir uykuya dalmış, bebek gibi uyuyor. Buraya gelmesine neden olan süreci düşünüyorum. Mutfaktaki o son cümlesinden itibaren yaşananlar. Ağzımdan kaçanlar… Vicdan azabıyla kıvranıyorum. Kafam, duygularım karmakarışık…

Sabah, daha o cümlesini bitirir bitirmez, yıllardır içimde sakladıklarım harf harf, kelime kelime saçıldılar ortalığa. Hiç utanmadılar, hiç acımadılar, hiç çekinmediler bir biri ardına sıralandılar. Benim ağzımdan çıkıyorlardı, evet ama benden bağımsızdılar…

İsyankârdılar: “O videodaki bebek, değişen saç ve göz rengi için senden özür dilemeyecek! Karşındaki kumral, koyu renk gözlü, kısa boylu, kilolu kadın, o bebeğin ta kendisi,” dediler.

Acımasızdılar: “Bu bebeği sevseydin eğer karşındaki bu kadını olduğu gibi kabul ederdin. Ne kadar zorluklarla sahip olduğunu, doktor doktor gezdiğini, hacılardan hocalardan bile medet umduğunu anlatıp dururdun ya hani… O bebek iki yaşına geldiğinde oğlan çocuğu isterim diye tutturdun. Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayıp iki düşük yaptın. Sonra, doktorlar, ‘Artık çocuğun olmaz!’ dediğinde, girdiğin yas sürecini bitirme vakti gelmedi mi?” diye sordular.

Çaresizdiler: “Kızının yanında yer alıyor, seni desteklemiyor diye habire küsüp durduğun, ikinci bebek sahibi olmayı senin kadar istemediği için suçladığın kocan öleli yirmi yıl oldu. Şu hayatta bu kızından başka tutunacak kimsen yok! Onu yok sayarak eline ne geçiyor? Onun sana ihtiyacı yok mu sanıyorsun,” dediler.

Dikbaşlıydılar: “Liseyi bitirdiği sene karşısına çıkan ilk kısmetle evlendirmeye kalktığın, olmayınca madem okuyacaksın öğretmen ol diye tutturduğun bu kadın şimdi bir doktor! Evet … Kırk yaşına geldi…  Hâlâ evlenmeyi düşünmüyor. Sana torun vermek gibi bir derdi yok! Evet…  İşini çok seviyor ve mutlu,” dediler.

Duygusaldılar: “O bebeğe istersen dokunabilir, öpebilir, kucaklayabilirsin. Burada, karşında duruyor işte!” dediler.

Öfkeliydiler: “Bu dünyaya senin için yaşamaya gelmedi o bebek, kendini gerçekleştirmeye geldi ve bunu sana rağmen yaptı.” dediler.

Bıkkındılar: “Senin hayal kırıklığın olmaktan yoruldu bu kız!” dediler.

Samimiydiler: “Biliyor musun, bu kız yıllarca çok çirkin olduğunu, kimsenin onu sevemeyeceğini, önemsemeyeceğini düşünerek yaşadı. Öyle ya annesi bile onu hiç önemsememiş, sevmemiş, sürekli aşağılamıştı. Daha yeni yeni kendine geliyor, kendini sevmeyi öğrenmeye çalışıyor,” dediler.

Otoriter ve serttiler: Kendine eziyet etmekten vazgeç, kalbinle ilgili kontrolleri ve diğer tahlilleri yaptırdıktan sonra psikiyatrist arkadaşımla da görüşmeni sağlayacağım, bugün değilse yarın hastanaye mutlaka geleceksin. Gerekirse benim yanıma taşınacaksın.” dediler.

Dediler de dediler işte! Bunlar hatırladıklarım…

Kendime gelip karşımda şaşkın şaşkın bakan bir çift yaşlı gözü farkettiğimde zor toparlandım. Kelimeleri tekrar içimdeki yuvalarına yolladım. Sarılmak istedim ona, eliyle dur işareti yaptı, geri çekildi. Apar topar çıktım evden.

Gece saat onda alt komşusu aradı. Fenalaşmış… Başka bir hastayla uğraştığım için kendim gidemedim almaya. Ambulans yolladım. Getirdiklerinde kendindeydi.  Sanki derdi kalp spazmı değil de kalp kırıklığıymış gibi bakıyordu bana. Gözleri yine nemliydi ama hayret, sanki yumuşacık bakıyordu… Elimi tuttu, “Telaşlanma bebeğim,” dedi duyulur duyulmaz bir sesle, “iyi olacağım.”

Uzun ve yorucu bir geceydi. Sabaha karşı yanına gidebildim. Gözleri açıktı, yorgun ama tuhaf bir şekilde huzurlu görünüyordu. Beni görünce doğrulmaya çalıştı, engel oldum. Bir sandalye çekip yanına oturdum. Elini uzatıp ellerimi avuçlarının arasına aldı.

Neredeyse fısıldayarak konuşmaya başladı: “Ben yıllardır hep aynı rüyayı görürüm. Dün gece yine gördüm. Sonu farklı bitti bu sefer. Tahtadan yapılmış büyük bir oyuncak arabada, korkuyla bakan, salya sümük ağlayan bir bebek vardı. Yemyeşil bir dağın tepesinden hızla üzerime geliyordu. Yerimden kıpırdayamıyordum. Çığlıklar atıyor, ‘Yolunu kesin, durdurun!’ diyordum. Kimse sesimi duymuyor, hep kan ter içinde uyanıyordum. Bu kez öyle olmadı. Durdurdum arabayı. Tuttum bebeği sımsıkıca. Sarıldım. Bağrıma bastım. Baktım bebek yok olmuş! Sen varsın kollarımda!”

Sabah hemşiresi odaya girdiğinde el ele ve belli ki gönül gönüle ağlayan iki yorgun kadına şöyle bir baktı. Anlayışla gülümsedi. “ Günaydınlar… Yeni güne hazır mıyız?” dedi usulca ve sanki biz orada yokmuşuz gibi işine koyuldu…