Bu mektubu okuyorsanız ben artık kara toprağın koynundayım demektir. Belki cehennemde. Ama olsun ben hayalimin evine doyamadıktan sonra cennet cehennem ne fayda etsin bana. Şu köyün iblisleri bana bu dünyada cehennemi yaşatmışlar gerisinin ne önemi var.

Ben bu köyden bacılarım gibi evlenince ayrıldım. Bacılarımın üçü de başka başka köylere gelin gittiler. Ben askerliğimi Ankara’da yapıp dönünce anamın bana layık gördüğü Esma’mla evlendim. İyi de oldu üç çocuğumun anası hatunum, bana da evlatlarıma da çok iyi baktı. Ben razıyım rahmetlikten, Allah da razı olsun. Neyse hikayemize dönelim. Evlendikten sonra asker arkadaşım Mehmet’in çalıştığı devlet dairesine odacı alınacağını haber alınca, varıp başvurdum. Sağ olsun Mehmet’imin yardımıyla işi kapınca beni artık kimseler tutamazdı. Zati pek toprağımız yok köyde; iki küçük tarla bir de dam yeri. Biz yokluklan ortaya çıktık ama benim çocuklarım okusun mevki sahibi olsunlar, bizim gibi ilk mektep mezunu kalmasınlar istedim. Kiralık gecekondularda otururken iki oğlan, bir de kızımız oldu. Esmam sağ olsun aldığım paranın tek kuruşunu ziyan etmedi diğer hatunlar gibi bilezik isterim, ayakkabı isterim, çanta isterim de demedi. Gül gibi geçinip gittik. Anamgiller de sağ olsun kışlık erzakımızı her sene gönderdiler hayattayken. Çocuklar okula başlayınca Esmam hafta da iki kere temizliğe gider oldu, Çankaya’daki evlere. Böyle olunca biz üç beş biriktirmeye de başladık. Derken büyük oğlumun üniversiteye başladığı yıl, kardaşlarının miras payından Esmam’a verdiği tarla parasına kattığımız birikmişlerimizle bizim de bir kondumuz oluverdi. Kira ödemeyince çocukları da rahatcana okuttuk. Onlar da sağ olsun emeklerimizi boşa çıkarmadılar. Oğullarım mühendis, kızım da öğretmen oldu. 

Seneler hızla geçiverdi. Çocuklar evlendi barklandı. Torun torba sahibi olduk. Üç yıl önce de Esmam’ı Azrail elimden alıverdi. Kaldım bir başıma. İki yıl önce yaş haddinden emekli olunca, alacağım paraylan gidip köyüme güzel bir ev yaptırayım, artık orada tanıdıklarım, bildiklerim arasında yaşayayım dedim. Oralara alışınca da gecekonduyu satıp parasını çocuklara üleştirmeyi düşündüm. Babamdan kalan köy evi harabeye dönmüştü. Onun taşlarını da kullanarak projesini oğlumun çizdiği Batıkent villalarına benzer şömineli bir ev yaptık. Çocuklar, torunlar yazın gelir kalır diye büyücek güzel bir ev. Sade bana göre değil herkese göre köyün en güzel evi. Köyüm Ilgaz’ı gören bir orman köyü. Havası dersen mis gibi.

Fakat her şey anlattığım gibi kolay olmadı. Önce tarlaları istediği gibi ekip biçen Halil ile Zühtü’nün rahatını kaçırdım. Köyün yakınındaki tarlaya kavak ekerim, evin yakınındakini de bostan olarak kullanırım deyince bunlar bana küstü. Muhtarı ve üç azayı da yanlarına alarak bana hep zorluk çıkardılar. “İnşaat izni vermeecez” dediler, “Suyu, elektriği bağlatmaacaz” dediler, “Eski köye yeni adet mi getiriyon da villa yapıyon” dediler, “Bir başına adamsın, bu kadar büyük evi napcan” dediler de dediler…

Kıskandılar vesselam. Ama benim aslan Murat’ım hepsinin üstesinden geldi. Çalıştığı inşaat firmasının kasabadaki anlaşmalı bayilerinden en iyi malzemeleri, en uygun fiyata aldık. Köyün girişine bir tarafı köye, bir tarafı ormana bakan iki katlı, güzel banyolu, güzel mutfaklı evimizi kondurduk. Sonra da çoluk çocuk geçen yaz gidip güzel evimizi dayayıp döşedik. Çocuklar sırayla izinlerini köyde geçirdiler. Üç ay boyunca beş torun hep yanımdaydı. Yengeleri, halaları, anaları sırayla onlara da, bana da baktı. Esmam’ın yokluğu içimi acıtsa da gidişinden sonraki en mutlu üç ayımdı. Köylü hiç umrumda olmadı. Eylül ayı gelip çoluk çocuk Ankara’ya dönünce, köy kahvesine gitmeye başladım lakin gördüm ki köylü selamımı bile almıyor. Camide de öyle. Şaştım kaldım. Bir tek köye benim gibi sonradan dönen Süleyman benimle konuşuyor. Ondan öğrendiğim kadarıylan ona da başlangıçta aynını yapmışlar yıllarca, ancak bu kadarını değil. Sebebi de evimmiş. “Zati köye geri dönen şehirlilerden pek hazzetmezler, sen bir de üstüne köşk gibi ev yaptırdın kardaşım” dedi. İki ay zor dayandım. Kasım ayının ortalarında karlar yağmağa başlayıp evden çıkamaz olunca bir başıma evde ölsem kalsam kimsenin haberi olmaz diye döndüm Ankara’daki konduma.

Kahve, cami, arada torunlar, çocuklar derken aylar gelip geçiyordu. Mart ayı başlarında grip oldum. Aile hekimine gittim. Doktor “Bu seneki grip öldürücü amca ilaçlarını al, evden çıkma kimseye bulaştırma, yaş itibariyle risk altındasın kötüleşirsen hastaneye yatırmamız gerekebilir.” dedi. Ben de boş evde dolanıp durdum o gün, kendimi hala çok kötü hissetmiyordum . Ertesi gün köye gitmeye karar verdim. Oğlum eski arabasını köyde lazım olur diye bana bırakmıştı. Üç saatlik yol dinlene dinlene giderim, öleceksem de köyümde ölürüm diye düşündüm. Çocuklara köye varınca haber ederim diye düşünüp kontağı açtım, düştüm yola. Kasabadan etimi, sütümü, zerzevatımı alıp köye çıktım. Çok yorulmuşum tarhana kaynattım, içip yattım. Ertesi gün öğle namazı vakti anca çıkabildim yataktan. Şöminenin bacasının geçtiği odam hala sıcaktı ama ben üşüyordum ateşim çıkıyordu herhalde. Şömineyi tekrar ateşledim. Çayımı kaynattım, yemeğimi yedim, ilaçlarımı içip doğru muhtara gittim.

Niyetim kötüydü Allah biliyor ya, niye kuldan saklayayım. Bana bu köyü dar edenlerden giderayak hıncımı almalıydım. Bu hastalıktan ölceksem yalınız ölmeyecem diye düşünüyordum. Muhtar kahvedeymiş hanımı söyledi. Eh, bu daha iyiydi benim için. Kahveye girdim, “Hergeze benden çay” dedim Rıza’ya. Çaylar dağıtılırken başladım onların diliyle kelama. ‘’Gomşular sizden helallig almaa geldüm. Ömür gısa, gimin ne vakit ölceeğ belli değel. Bu göy benim ata yurdum, burlardan ayrılma sebebim çocuglarımı gurtarmağdu. Çok şükür Allah izin verdü, gücümüz yettiği gadarıylan yaptuk. Ben hala Topal’ın Hasan’ım. Teakütlüğümü  göyümün temiz havasını alarağ geçiriverem diye döndüm burlara. Sağ olsun benim oğlanda mühendiz olunca evi bildüğü şekil, zenaatınca yapmak istedü. Ben bu evi nispet olsun felan diye yapmadum, yaptırmadum. Çoğ isterim balkonumda size çay, gahve, yemeğ iğram etmeyü, bizim görgümüz böle. Gapım hepiciğinize açığ. Benden yana haggım helaldir. Hadi afiyetlen içün çaylarınızı’’ dedim ve sonra hepsinin elini sıkıverdim hepsi de helallik verdiler ister gönüllü ister gönülsüz.

Ertesi gün camide de kahvede olmayanlarla görüştüm aynı kelamı onlara da ettim, sarıldık helalleştik, ortalıkta görünmeyen Süleyman namazdan hemen sonra uzaktan el sallayıp erkenden ayrıldı. Kayınçosu gelmiş kasabadan. Zati ben de onunla görüşmek istemiyordum.  “Telefon etcem sana” dedim.  Namazdan sonra eve döndüm öksürük daha da arttı. Bir daha da dışarı çıkamadım. O kadar portakal mandalina yiyordum ama bir türlü güçlenemiyordum. Çocukları ilk günden sonra bir daha aramadım. Merak edip gelmesinler diye mesaj atıyorum.Dün iyicene kötüledim. Süleyman’ı arayıp durumu anlattım. “Hemen gelem” dedi. “Yok olmaz bulaşıcıymış” dedim. “Olur da hakkın rahmetine kavuşursam cenazemi sen kaldırtırsın artık” dedim. Helalleştik. “Ben kasabadan doktor çağırtıverem” dedi ama gelen giden yok. Bugün on gün oldu geleli. Covid-19’muş okulları kapattıran salgının adı, sokağa çıkma yasakları başlamış televizyonda gösteriyorlar.

Son sözüm evlatlarıma vasiyetimdir; gençliğimden beri hayalini kurduğum bu eve ben doyamadım ama siz her yaz gelin, keyfini çıkarın şu iblislere inat. Benden yana haklarım helal olsun evlatlarım. Siz de hakkınızı helal edin. Allah’a emanet olun.  

                                                      Hasan Aktaş   22 Mart 2020