Ben Fatma, on bir yaşındayım. Üç kardeşiz. Ağabeyim ve erkek kardeşim var. Suriye’de yaşıyorduk. Sonra savaş başladı. Yaşadığımız şehir yıkıldı. Babam bize bir şey olmasın diye sokağa çıkarmazdı. Tehlike olmadığında evimizin önündeki boşlukta Reyyan ile oyun oynardık. Tek arkadaşımdı. O gün, yere kapaklanınca, ayağı bir yere takılıp düştü sanmıştım. Üstü başı kan içindeydi. O görüntüden sonrası hissettiğim büyük bir acıydı. Ağlamaktan gözlerim şişmişti. Kolumu kaldıracak halim yoktu. Babam, beni şans eseri bulabildiği bir doktora götürmüş. Bana verdikleri ilaç yüzünden uyumuşum. O arayı hiç hatırlamıyordum. 

Kalktığımda evdeydim. Bizimkiler konuşuyordu. Uyandığımı fark eden Mustafa heyecanla “Abla,  define arayacakmışız.” dedi. Gözlerimi fal taşı gibi açtım. “ Ne dedin sen?” diye sordum. Babamın elindeki kâğıt parçasını gösterdi. Bir define haritasıymış. Kaptan Jack Sparrow’un hazinesini bulacaktık. Bunun için yola çıkmamız gerekiyordu. Annem, bize çanta hazırladı. Gece boyu yürüyecekmişiz. Çünkü gündüz korsanlar yollarda tuzak kurabilirlermiş. 

Babama define haritasını nereden bulduğunu sordum. Öyle ya! Herkesin eline kolay geçmezdi. Yıkılan bir binanın altından çıktığını söyledi.  Sonra “Hazineyi bulunca ne yapalım çocuklar?” dedi.

Ağabeyim, okula gidebileceği bir yerde yaşamak istediğini söyledi. Muhammet bahçesinde oynayabileceği yeni bir ev istedi. Ben ise Reyyan ile oynamak istiyordum. Bu hazine onu geri getirebilir miydi? 

Eşyalarımızı sırt çantalarımıza sıkıştırdık. Evimizden bir hatıra alabilirdik. Zaten pek bir şeyimiz de yoktu. Bahçemizdeki nar fidesi aklıma geldi. Ağabeyim topunu, Muhammet ise çok sevdiği ama bir türlü kullanamadığı okul çantasını aldı. Defineyi bulsak bile herhalde geri dönmeyecektik.

Gece yürüyüşümüz çok zor geçti. İşin ucunda hazine olduğundan dişimi sıkıyordum. Her yer karanlıktı. Babam korsanlara yakalanmamak için gerekmedikçe fenerini kullanmıyordu. Sık sık dinlenmek zorunda kalıyorduk. Ne de olsa büyükler gibi güçlü değildik.

Neyse ki, sonrasında babamın anlaştığı bir kamyonun arkasına bindik. Bizim gibi aileler vardı. Babama dönüp “ Bu insanlar da hazinenin peşindeler mi? diye sordum. Gülümsedi. Fısıltıyla “Şişşt! Onlar bilmiyor.” dedi. 

Birbirini tanıyanlar kendi aralarında konuşuyorlardı. Türkiye’deki mülteci kampından bahsediyorlardı. Kilis diye bir yer varmış. Oraya gideceklermiş. Yoksa hazinenin peşindeler de bizden mi saklıyorlardı? 

Motorun uğultusu bana ninni gibi gelmişti. Uyumuşum. Gözümü açtığımda dışarıdan gürültüler geliyordu. Babam haydi iniyoruz dedi. Türkiye sınır kapısına gelmişiz. Her yer ışıl ışıldı. Hep karanlıklar içinde olmaktan gözlerim bir süre alışamadı. Kolumu kafama siper edip önümü görmeye çalıştım. Upuzun kuyruk olduğundan dolayı sıraya girmemiz gerekiyordu. Annemin eteğine yapıştım. Yoksa kaybedecektim. Çok bekledik. Bizim gibi aileler vardı. Herkes yorgun ve bitkindi. Babam ve annem ise sevinçliydi. Hazineye yaklaşmıştık herhalde. Suriye’den gelenler için kamplar varmış. Oraya yerleşebilirmişiz. Sınır kapısından içeri kabul edilince bizi otobüse bindirdiler. Kampta sıra sıra çadırlar vardı. Oyun oynayan bir sürü çocuk gördüm. Görevli bir adam babamla konuştu. Battaniye vereceklermiş. Bir yere kıpırdamayın dedi. Çocuklar çığlık çığlığa bir kaydırağın üzerine üşüşmüştü. Keşke Reyyan yanımda olsaydı. Kaptan Sparrow’un hazinesini beraber arasaydık. Annem oynamam için biraz itekledi. Canım hiç istemiyordu. 

Bize verilen çadıra yerleştik. Buranın kuralları varmış. Yemek saatlerini kaçırırsak aç kalırmışız. Bir okul varmış, kaldığımız sürece Türkçe öğrenecekmişiz. Tatlı bir heyecan gelmişti.  Karnımızı doyurduktan sonra yer yataklarında uyuyacaktık. Zaten evimizde alışıktık. Gözlerim ağrıyordu. Bir süre yumarsam geçermiş.  Aaaa! Yanımda Reyyan vardı. Onu çok özlemiştim. Suriye’deki evimizin bahçesindeydik. Ona yaşadıklarımı anlatıyordum. Uzun sarı saçları her zamanki gibi örgülüydü. Bir rüzgâr çıktı. Kaptan Sparrow karşımıza çıkıverdi. Salkım saçak kıyafeti, acayip saçları ve belinde kılıcıyla boş elindeki bombayı havaya doğru kaldırdı.  “Hey çocuk! Hazinemin peşine mi düştün? Ben senin yerinde olsam aklımdan bile geçirmezdim.” dedi. Gözlerinin kenarlarını sürme ile boyamıştı. O zaman daha büyük görünüyordu. Sonra büyük bir patlama oldu. Neyse ki rüyaymış.  Bizimkiler horul horul uyuyordu. Dalmışım yine. Annemin sesiyle uyandım. Babam bize kahvaltı almıştı. Yanında sıcak çay ve süt vardı. Bir de simit ile tanıştım. Dışı susamlı çember şeklinde pişmiş hamur. Tadı güzel geldi. Türkiye’de onu ne kadar sevdiklerini o zaman bilmiyordum.

Babama dönüp “Hani biz hazine için gelmiştik? Neredeymiş?” diye sordum. “Onu arıyoruz. Vazgeçmedik.” dedi.

Babam bizi kamp okuluna yazdırdı. Öğretmenimiz bizim dilimizi bilmiyordu. Yanında tercüman vardı. Merhaba, benim adım …, nasılsın?… Günaydın gibi kelimeleri öğrendik. Ders aralarında diğer çocuklarla oynuyordum.

Sürekli olarak kampta kalamayacaktık. Çünkü yeni insanlar geliyordu. Gaziantep kentine gidecekmişiz. Bir saatlik otobüs yolculuğundan sonra yeni evimize vardık. Bir apartmanın giriş katıydı. Bahçesi vardı. Yakınında ise Suriyeli çocuklar için bir okul. Ağabeyim ve kardeşimin dilekleri kabul olmuştu. Demek ki hazineye çok yaklaşmıştık.

Babam apartman görevlisi olarak çalışacakmış. Bu nedenle buraya para ödemeyecekmişiz. Şartlı eğitim yardımı ile bizler de okula gidebilecekmişiz. Türkiye bize kucak açtığı için mutluydum.  Nar fidemi de bu evin bahçesine diktim. Adını Reyyan koydum. 

Okula başladığımız ilk gün, rehber öğretmen ve yanındaki tercüman bizi bir odaya aldılar.  Resim çizmemizi istediler. Birbirimizden habersiz aynı şeyleri yapmışız.  Patlayan bombalar, yıkık evler, yerde yatan insanlar. Savaş gören çocukların uykuları düzensiz olurmuş. Kötü rüya görmeleri normalmiş.

Günler geçtikçe yeni kelimeler öğreniyordum. Türkçe, Arapçadan çok farklı bir dildi. Soldan sağa yazılıyordu. Gerçekten de çok çabuk öğreniyordum. Daha iyi anlamaya başladıkça, tarih dersine ilgi duymaya başladım. Öğrendikçe ve okudukça Atatürk’e hayranlık duymaya başladım. Sınıfımızda fotoğrafı vardı.  Boşuna başöğretmen demiyorlardı.  

Gaziantep’e geleli bir yıl olmuştu. Bir akşam, evde yemek yerken “ Baba ben, aradığımız hazineyi buldum.” dedim. Şaşkınlıkla bana baktı. Unutmuş gibiydi. “Hani biz buraya gelirken hazine bulacağız demiştin.” 

“ Kızım, o kadar yolu yürüyebilmeniz için annen ile bir oyun yaratmıştık. ” dedi. 

“Ağabeyim buraya gelince söylemişti zaten.” dedim. ”Neymiş peki senin hazinen?” diye sordu.

“Barışı kurmak ve onu korumak. İşte o zaman kimse evini bırakıp başka bir yere gitmek zorunda kalmaz.”