Pas tutmuş küçük demir kapıdan bahçeye girerken zamanında burasının çok güzel olduğunu düşünmeden edemedim. Boyası yağmurlara teslim olmuş, zamanının seçkin örneği tahta kepenkler, yer yer dökülen sıvasından tuğla iskeletleri arsızca sırıtan duvarlarıyla tek katlı bir ev.

Uzun zaman budanmadığı için ölçüsüz büyüyen meyve ağaçlarının dalları birbirine dolanmışsa da cılız bir iki limon, dalında kurumuş erikler bırakmamış yaşamayı. Kıştan kalan yapraklara rüzgârın taşıdığı arsız poşetler dolanmış, bakımsızlığı iyice artırmış. Akıtan çeşme musluğu nedeniyle güçlenen yabani ot ve çiçekler de olmasa… 

Bahçenin girişinden biraz ilerleyip mutfak kapısının önüne geldim. Hemen sağda yerden yükseltilip karo döşenmiş genişçe bir bölüm, korkuluklarla çevrilerek geniş bir alan oluşturulmuştu. Hastalıklı kurumuş üzümler sarkan asma çardağı, zamanında burada güzel günler geçirildiğinin tanığı gibiydi. Kenarlara, birkaçı öldü ölecek çiçekli diğerleri boş bir yığın saksı diziliydi. Çardağa bakan odanın neredeyse bütün cephesini kaplayan kocaman bir pencere… İşte İkbal Hanım’ın dünyaya açılan penceresi.

 

 Kapıyı tıklatınca içerden “Gel, kapı açık!” diye sesleniyor yaşlı bir ses. Mutfak, küçük bir lavabo, duvara takılmış eski tip tabaklık, altı desenli basmadan örtüyle kapatılmış küçük bankodan oluşuyor. Burayı geçip koridorda ilerliyorum. İlk duyduğum; yaşamayan bir evin kokusu. Terk edilmişlik duygusundan ürküp çabucak sesin geldiği odaya girince birden hava, koku değişiyor. Limon kolonyasına, hafif bir yemek ve can kokusu eşlik ediyor. 

Asmalı çardağa bakan büyük pencerenin önündeki somyadan beyaz başörtüsü, ileri dereceli gözlüğünün ardından daha da mavi görünen gözleriyle gülerek bana bakıyor İkbal Hanım…

 Elini öperken “Ben Nihal, bitişiğinize yeni taşındım.” diyorum. Sımsıkı kucaklıyor beni, çok eski bir dostuna sarılır gibi. Neşeyle “Hoş geldin,” diyor. Karşısındaki kanepeye oturuyorum. “Yastık al, arkana yaslan rahat otur.” coşkuyla sıralıyor beni rahat ettirme dileklerini. 

Başucundaki bacakları oymalı komodinin üstünde, eski bir radyo ve hemen elinin uzanacağı mesafede ortak duvarımıza dayalı ahşap baston duruyor. Yatağının hemen karşısında sürme camlı, bir zamanların olmazsa olmazı orta halli aile büfesi oturulan odayı ikiye bölüyor. Bölüntünün hemen arkasında üzerinde mutfak gereçleri ve küçük tüp bulunan bir masacık…Öyle anlaşılıyor ki İkbal Hanım, kendine tek odalık küçük bir yaşam alanı kurmuş…

 Kahve önerisini onu kırmadan geri çeviriyorum. Büfeden bana çıkarttırdığı lokum ikramıyla, o günkü ziyaretimi İkbal Hanım’ın “Sık sık gel, beklerim” dilekleriyle sonlandırıyorum.

 Artık ona uğramadan, pişirdiklerimden tattırmadan gün geçiremiyorum. Sıcacık evim, çocuklarım, eşim… Tencerem kaynıyor ve aramızda sadece bir duvar varken arkasındaki bir nefese muhtaç canı nasıl yok sayardım, üstelik aynı duvara dayalı yastıklardayken başlarımız.

Geceleri, çok hafif olan uykumdan duvardan alınan baston sesiyle uyanıyor, dönüş tıkırtılarını bekliyor, yerine konma sesiyle rahatlıyorum. Bastonuyla iki üç kez vurduğunda beni çağırdığını anlıyor sokaktan dolanıp yanına gidiyorum hemen.

Her uğradığımda bana ikram ettiğinin dışında evdekiler için bir peçeteye lokum sarmasını engellemek olası değil, ömrüm boyunca yemediğim lokumu yiyorum İkbal Hanım’ın elinden.  Bir şeyler vermeden asla göndermiyor beni. Somyanın örtüsünü kaldırtıp alttaki sepetinden mandalina, büfeden şekerliği çıkarttırıp lokum, kızı getirmişse sarma… Rahatlamasını sağlamak için karşı koymuyor, ikramlarını kabul ediyorum. Bir başka gün ördüğü patiklerden armağan veriyor. Albenisiz, süssüz, ama işlevsel. “Al torunlarına verirsin, bunlar ayaktan hiç çıkmaz.” diyor. İnsanların nasıl tüketim çılgınlığına bulaştığını, değer yargılarının nasıl alt üst olduğunu bilmediğine, en azından bizim gibi bilip büsbütün yanmadığına seviniyorum…

Kızları geldiğinde duvarı tıklayıp çağırıyor beni, tanıştırılıyoruz. Sanki ona değer verildiğini göstermek, “Bakın ben yalnız değilim,” demek istiyor.

Artan ağrıları nedeniyle hastaneye yatırıldığı gecelerin birinde kızı, eşi, torunları bahçede mangal yakıp et pişiriyorlar. Kahkahaları çınlıyor. O sessiz ev, bahçe, ışık içinde. Sonra lüks arabalarına binip gidiyorlar. Kırılıyorum. Baston tıkırtısı ve inleme dışında çıt çıkmayan bu ev, neden o yokken şenlikli? Yüreğim bu neşeye onun da ortak olmasını istiyor, ama elim kolum bağlı…

Kışı bitiriyoruz. Baharın kokusu duyulmaya başlıyor. Duvar dibindeki hanımeli, kuru dallardaki tomurcuklar canlanıyor. Bakımsız asmanın kapkara kuru dallarından pamuksu yaprak canları başını uzatıyor. Bahçenin biraz elden geçirilmesi gerekiyor. Önce çardak altında biriken çürük yaprakları süpürüp suyla akıtıyorum. Fesleğen fideleri dikiyorum pencerenin önündeki boş saksılara. 

 “Sana çok zahmet oluyor kızım” dese de çok mutlu olduğunu duyumsuyorum. Duvarın üzerindeki karanfil saksılarını sulayıp bahçemden getirdiğim sardunyaları yerleştiriyorum yanlarına. Çocuklar gibi seviniyor. Gözlerinin içi gülüyor, mavileşiyor gülüşleri. O karanfil iki hafta sonra bordo çiçekleri ve buram buram kokusuyla baharı getiriyor İkbal Hanım’a. 

Oğlu birkaç günlüğüne yanına alıyor annesini. Telefonda “Kızım seni çok özledim ne olur gel.” deyince onu görmeye gidiyorum. Her olanağı sağlanmış, temiz yatak, başucunda telefon…  Seviniyorum. Gelini çayı elime uzatırken fısıldıyor; “Bunadı bu, bize “paramı çaldınız” diyor, çok da cimri.” İlerde bunamayıp cimri olmamaya karar veriyorum. “İnanmıyorum, İkbal Hanım çok aklı başında bir kadın” diyemiyorum. “Sahi mi? Yazık!” la geçiştiriyorum şikâyetini.

İstanbul dönüşü yabancı bir tencere görüyorum mutfağımda. Oğlum; “İkbal Hanım duvara vurdu gittim. Bize yemek yapmış, onu verdi” diyor. Evinde kadını olmayan erkeklere yemek yapan yalnız yaşlı bir kadın, içim ısınıyor…  

Artık evinde daha az, çocuklarında daha çok kalmaya başlıyor. Tabii isteği dışında. Onu ne zaman götürmeye kalksalar “Ben kendime bakarım, komşularım var. Hem Nihal’im var,” dediğini iletiyor bana. Bu sürtüşme anlarında çocuklarının öfkesinden ben de payıma düşeni aldığıma inanıp gülüyorum.

 

O gidince telefonla çağrılmıyorum, baston duvara vurulmuyor ve son günlerde duyduğum ağrılı inleme sesleri yok. Bir tarafımdan bir parça eksilmiş gibi duyumsuyorum. İçimde yokluğunun bıraktığı boşluk duygusuyla, yalnızlığının bittiğine sevinme ikilemlerim çatışıyor. 

    Bir akşam, geç saatler sokakta bir araba sesi duyuyorum. Açılıp kapanan bahçe kapısı, sonrasında sessizlik…İşte duvarımda üç tık tık. Hemen koşuyorum. Oğlu İkbal Hanım’ı geri getirmiş. İlla “Evimi özledim, beni evime götürün.” diye tutturunca, “Ne halin varsa gör!” diyerek annelerini bırakıp gitmişler. 

“Aç mısın?” deyince çekinerek “Evet” diyor. Eve dönüp bir şeyler hazırlıyorum, odası soğuk, yabancı. Elektrik sobasını yakıp biraz söyleşiyoruz.

Sonunda beş yıl oturduğum bu evden başka bir yere taşınıyoruz. Allah’tan İkbal Hanım’ın kızında olduğu bir zamana rastlıyor ayrılışımız. Her taşınmamda ayrıldığım evler için ağlayan ben, ortak duvarımızın arkasında İkbal Hanım’ı yalnız bırakıp gitmenin, onu da zedeleyeceğini biliyorum.

Daha önce benden istediği bir çeşit son isteği geliyor aklıma taşındığım gün.

“Nihal’im öldüğümde, beyin okuldan öğrencilerini getirsin. Cenazem kalabalık olsun, beni buradan çok insanla götürsünler.” diyor.

Yaşamının çoğunu yalnız geçirip cenazesinin kalabalık olmasını istemek nasıl bir dışavurum? Nasıl bir içe oturma Tanrım?

Şimdi yaşanmamışlığın yıkıcı ellerine bırakılan, anlaşamayan kardeşler yüzünden ne oturulan ne de onarılan kimsesiz evi, kuruyan karanfilleri, başları okşanmayan fesleğenleri, ortak duvarımızın iki yanında boş kalan yastıkları, mavi gözleri düşünüyorum, içim acıyor…