Çocukluğuma ait iki film sahnesi bugün geriye dönüp bakınca hayatımı özetliyor sanki…

İlki, şakır şakır yağmur yağarken gece ışıkları altında parlayan su birikintileri içinde ve kaldırımdaki sokak lambalarının etrafında dönerek, şemsiyesiyle dans edip singing in the rain diye başlayan bir şarkı söyleyen adamın o eski filmi. Yedi yaşımdayken beni oynadığım oyundan koparıp ekrana kilitleyen, ayaklarını kaldırıma vurduğunda çıkardığı sesle büyüleyen, annemin sık sık izlediği bu filmdeki oyuncunun adını sonradan öğrenmiştim: Gene Kelly.

İkincisi de on yaşımdayken kumaş deseni çizme ödevimi yaparken göz ucuyla baktığım, yine annemin arkadaşıyla izlediği, saçı briyantinli yaşlı bir adamın genç ve güzel bir kadınla tango yaptığı sahne ve annemin de tıpkı filmdeki dansı izleyenler gibi gözlerini kocaman açarak hayretle söylediği beynimde sonsuza kadar kalacak o cümle. Kör bir adam nasıl bu kadar güzel dans ediyor?

Herkes gibi bıkmadan hâlâ izliyorum bu filmleri diyebilmeyi çok isterdim ama on üç yaşımda fark edilen genetik bir hastalık bu şansı elimden yavaş yavaş aldı. Filmler beynime nakşedilmiş gibi… O başka. Önce okula gidemedim; tahtayı görememek, hep bir arkadaşımdan yardım istemek zor geldi. Sonra bir başkasının yardımı olmadan sokağa çıkamaz, tuvalete bile gidemez hâle geldim. İki yıl sonra da karanlığa gömülmüştüm. Çok sevdiğim gün batımı kızıllığı, denizin mavisi, ormanın yeşili, güllerin kırmızısı, papatyaların beyazı, sardunyaların pembesi, turuncusu yoktu artık benim siyah dünyamda. Hayata küstüm. Yemez – içmez hatta yataktan çıkmaz olmuştum. Otuzlu yaşlarının güzelliğiyle hatırladığım beyaz tenli, kumral saçlı, hastalığımı öğrendikten sonra her gün gizlice ağlayan, ağlamaktan kızarmış bal rengi gözleriyle sevgi dolu bakan annem ise bir türlü pes etmiyordu. Sevgili kör oğlu hiçbir arkadaşının çocuğunun yaşamadığı bir ergenlik yaşıyordu.

Bitmişti artık evde film izlemeler. O artık savaşçı bir kadın olmuştu. Her gün bir başka doktorun, psikoloğun kapısını çalan, öğrendiklerini gelip anlatan, evdeki düzeni ona göre değiştiren, dünyaya küsmüş oğlunu evden çıkarmak için her türlü çabayı harcayan bir kadın olmuştu. Babamı da hafta sonları bu çarkın içine çekiyordu. Görmediğini kimse anlamayacak merak etme diyerek bir Pazar günü gözlerime güneş gözlüğü takıp, ayağımı yara beziyle sarıp sarmalayarak, tekerli sandalyeyle beni deniz kenarına zorla götürdüler. Orada otururken etrafımda olan biten her şeyi bana bir bir anlattı. Sanki bir film setindeydik; gemileri, arabaları, parkta oynayan çocukları ve rengârenk balonlarını, birbirine sarılmış çiftleri, simitçileri, kâğıt helvacıları, bakla falı bakan kadınları… Evre evre gün batımını, değişen renkleri bir ressam gibi kafamın içindeki tuale çizdi sanki.

İlk defa o gün, gemi düdüklerinin, taksi kornalarının, sokak satıcılarının, çocuk çığlıklarının yanı sıra, o ana kadar fark etmediğim sesleri fark etmiştim. Sonra sonra balkona çıkmaya başladım. İlk başlarda seyrek, daha sonraları sık sık. Dış dünyayla tek bağlantım balkon oldu. Buradan defalarca dinlemiştim doğayı. Yaprak hışırtılarının, yağmurun, rüzgârın, dalgaların, balkonda asılı çamaşırların bile bir melodisi vardı ve ben bunları duyuyordum. Bunu söylediğimde annem bana yeni bir yol çizmişti bile. Hemen eve bir piyano alındı ve ben müzik dersleri almaya başladım. Çıkardığım küçük çaplı isyanların ardından aylar sonra piyanomda hoca gittikten sonra çaldığım küçük bir melodiyle kendime güvenmeye başladım. Bu kadar kör insan vardı ve hepsi de kendi hayatlarını yaşıyor, çeşitli iş kollarında çalışıyordu. Nasılsa saymayı biliyordum. Artık evin içinde yardımsız, adımlarımı sayarak tuvalete gidiyor, yemeğimi yiyebiliyordum. Körlüğü kabul ettim ama yenilmedim. Genetik olarak hep kötü şeyler geçecek değil ya… Annemim o savaşçı kişiliğinden bana da bir şeyler geçmişti. Ayrıca bana herkesin anlattığı bir Âşık Veysel vardı memleketimde ve tabii dünyada da bunun pek çok örneği: Stevie Wonder, Andrea Bocelli gibi… Ben de onların izinden yürüyecektim; kararımı vermiştim.

Yeniden okuma yazmayı öğrendim Braille alfabesiyle. Bu alfabeyle yazılı kitapları okuduğum gibi sesli kitap kütüphanelerinden de yüzlerce kitap dinlemiştim yıllar içinde. Bu arada hocamın yardımıyla müzikte ilerlemiş, duyduğum her sesi notalara döker olmuştum. Daha sonra piyanonun yanında gitara da merak salmıştım. Hedefim Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’nu çalmaktı bir konserde.

Her ihtiyacımı karşılayan, elim ayağım gözüm olmayı hiç yorulmadan, zevkle yapan annem sayesinde konservatuarı kazanmış ve müziği meslek olarak seçmiştim. Ağır bir eğitimi zorlanmadan alıyor, bu arada kendi bestelerimi yapıyordum. İlk bestelerim arasına valsler de girdi. Müzikle dansın birleşmesi beni çok mutlu ediyordu. Dans sayesinde müzik beden oluyordu, beden de müzik. Muhteşemdi. Kendi bedenimden biliyordum… Ve kalbimin (mi demeliyim yoksa beynimin mi) bir köşesine nakşolmuş o iki filmin kareleri vardı tabii bir de.

Sonra mı?… Sonrası… Başarıyla mezun olduğum okulumda hocalık yapıyorum şimdi. Bestelerimi senfoni orkestralarının programına alıyorlar. Artık kendi evimde yalnız yaşıyorum. Bu başarıya başından beri benden daha fazla inanan annem her hafta uğruyor, evimi temizletip bana güzel yemeklerinden yapıyor. Müzik özgürlüğüm oldu. Sadece hayatımı değil bir anlamda gözlerimi de geri verdi bana müzik. Rodrigo’nun Gitar Konçertosu mu?… Şimdilik  plajda yaktığımız ateş etrafında otururken arkadaşlarıma veya bazen sınıfta öğrencilerime çalıyorum. Çok yakında bir açık hava konserinde binlerce kişiye çalacağımdan da eminim.