“Bir dakika durun lütfen. Durdurun makineyi…”

“Beyefendi, bir şey mi oldu? Ne var?”

“Bir dakika dinleyin lütfen… Bir dakika… Bak delikanlı…

İlk görüşte aşktı bu…

O gün, penceresinde güneşi gördüğüm an bayıldım bu eve. İlkyazın ilk yarısıydı. Daha önce Cihangir’de öğrenci evinde kalıyordum arkadaşlarımla. Girişten iki kat aşağıdaki bodrum katında gün ışığı, havalandırmaya bakan pencereye ulaşana dek türlü türlü gölgeleri aşar, yansıya yansıya, kırıla döküle bir deri bir kemik kalırdı. Odaya girdiğinde ise iyice küçülür, görünmez olurdu. 

Bu ev öyle mi ama? Güneş sorgusuz sualsiz, doğrudan giriyor içeri; canlı, çevik, inatçı. Tamam, burada da girişten aşağı iniyorsun ama bir kat; altta bir daire daha var. Ihlamur deresi tarafından baktığında ikinci kat bile sayılır. Pencere önünde, aşağıdaki terası kapayan çinkodan bir çatı var, oradan da yansıyor güneş. Yer güneş gök güneş, yok bu eve bir eş… Hemen kiralamak istedim tabii.

‘Bekâr mısın?’ diye sordu emlakçı, tutmak istediğimi anlayınca.

‘Evet.’

‘Yalnız, ev sahibi bekâra vermeyebilir?’

‘Ya bir konuşalım abi,’ dedim, ‘sevdim ben bu evi. Hem iyi de bakarım. Gürültü falan yapmam. Sabah erkenden kalkıyorum, ta Sarıyer’e, Zekeriyaköy’e gidiyorum. Akşam da geç dönüyorum. Apartmandakiler görmez bile beni.’

‘Vallahi ofise gidip bir konuşalım, Melahat Hanım orada şimdi, o ikna olursa benim için farketmez.’

Ofise gittik, ev sahibi ile tanıştık, kira, depozit, aidat her şeyi konuştuk…

‘Delikanlı yeni mezun Melahat Hanım. Çok çalışıyor; sabah erkenden çıkıp akşam geç dönüyor.’ 

Emlakçı, kadına allayıp pulladı beni. Bekarlık problemini de buluruz delikanlıya eli ayağı düzgün bir kız deyip yumuşattı. Hep birlikte gülümsedik. 

‘Ay, kızardı çocuk.’ dedi kadın, beni dikkatli dikkatli süzerken. Sonra da ‘Peki peki tamam, baksana çocuğun yüzüne, bu temiz yüzden yanlış çıkmaz zaten. Yap sen kontratı, hemen imzalayalım.’ dedi.

O gün aldın anahtarları…

Taşındıktan iki gün sonra birkaç eşya daha aldım; köşe kanepe, ahşap katlanır masa, sandalyeler, bir de yatak. Hepsi bu, ev bir oda bir salon zaten.

Duvarlara renkli kartonlar astım. Üzerlerine fotoğraflar, resimler, şiirler yapıştırdım. Yatağı da camdan uzağa, yan komşuya bitişik duvara yerleştirdim. Kitaplığı yanı başıma aldım. Başucu kitabı değil, başucu kitaplığım vardı artık. İçinde taksitle aldığım Nâzımlar, Aziz Nesinler, Yaşar Kemaller… Bir de küçük radyo…  Daha ne isterim ki? Şirin, huzur dolu bir yerdi bu ev. Benimdi… Hele yağmur yağdığında daha da güzel oluyordu; yağmurun sesi çinko damda senfonik melodilere dönüşüyordu adeta. Hani var ya, “Yağmurlu günlerde, kuşlar çinko damı gagalarken” bu evde yazılmıştı sanki. 

Gece okumaları bitip tam uykuya dalacağım sırada komşunun evinden tik tak, tik tak sesler gelmeye başladı birkaç hafta sonra… Bu saat tik takları, hiç uyutmaz beni; sanki beynimin içinde patlar o sesler. Çin işkencesi diye duymuştum; kafayı sıfıra vurup su damlatırlarmış yüksekten. Çok sürmez, birkaç gün sonra adam delirirmiş. Bendeki etki de aynı öyle… Haftalarca devam etti tik taklar. Bazı geceler, çalıp komşunun kapısını, yeter artık, şu saati susturun be kardeşim, diyecek oluyor, sonra cesaretimi kaybediyordum. Bekâra ev vermeme kararını delmiştik zaten. Melahat Hanım’a ayıp olmasın, diye idare ettim çaresiz.

Sonra sonra anlaşıldı o ses: 

“Neymiş?”

“Dinle bak… 93 Temmuz’unda olanları duymuşsundur… O gün, işten erken çıkmış, Asım Bezirci’nin Zincirlikuyu’da cenaze törenine katılmıştım. Katliamın acısını tekrar yaşamış, saatlerce yürümüş, çok yorulmuştum. Yatağıma uzanıp, bir an önce kitaplarıma sığınmak için hızla eve geldiğimde, anahtarların üzerimde olmadığını fark ettim. Bütün ceplerime baktım, yok. Yol boyu geldiğim güzergâhı, Beşiktaş’a kadar geri yürüdüm, gözüm yolda anahtar aradım, yok, hiçbir yerde bulamadım anahtarları. 

Sonra sabah çıkarken pencereyi açık bıraktığımı hatırladım. Yan dairenin penceresinden benim salonun penceresine geçip içeri girebilirdim aslında… 

Eve döndüm… İçine düştüğüm durum, acil durum sayılırdı. Komşuya da ayıp olmaz artık, anlar halimden, diye düşünüp cesaretlendim. Zile basmadım, kapıya saygıyla vurdum üç kez. Orta yaşlı bir kadın açtı. Bakışları soru dolu…

‘Merhaba, ben yan dairede oturuyorum. Umarım rahatsız etmiyorumdur.’

‘Buyurun.’ Soğuk ve mesafeliydi sesi.

‘Şey, ben anahtarımı bulamıyorum da kapıda kaldım. Acaba sizin pencereden çıkıp benim salonun penceresinden girebilir miyim?  İzin verirseniz yani…’

Önce gözden sonra boydan süzdü kadın beni. Abla baksana yüzüme, bu temiz yüzden yanlış çıkar mı hiç? Melahat Abla’ya sor sen beni, diyemedim tabii…

Görünüşüm burada da onay almış olacak ki; ‘Olur, gel, biraz sessiz konuş ama. Bir de dikkat et, düşme sakın.’ dedi.

‘Tamam, dikkat ederim.’ İyice kısık sesle söyledim bunu. 

Komşunun evi de benimki gibiymiş, tam düşündüğüm şekilde. Pencereyi açtım, kafayı uzatıp sağ tarafa baktım; evet, pencerem açık. Arada bir duvar kalınlığı mesafe var sadece; rahat geçerim buradan. Dikkatlice denizliğe çıktım. Sağa döndüm. Sol ayağımı penceremin denizliğine bastım. Sol elimle pencereyi üstten kavradım, sağ tarafımı da yaklaştırıp sola, penceremden içeriye girdim… Planladığım gibi çok kolay oldu.

Eve girmiştim sonunda. Evet, anahtarlar masanın üstünde duruyordu. Alıp hemen attım cebime.

Teşekkür etmek için komşunun kapısını tekrar çaldım. Bu sefer daha az vurdum kapıya. Hemen açıldı.

‘Çok teşekkür ederim. Sağ olun.’ 

‘Rica ederim, bir sorun yok değil mi?’

‘Yok, çok sağ olun, içerideydi anahtarlar…’

Tam eve dönmek üzereyken aklıma geldi. Hazır cesareti bulmuşum, kadın da iyi birine benziyor, söylemenin tam zamanı, dedim.

‘Şey, bir şey var aslında…’

‘Ne var?’

‘Yanlış anlamazsanız… Uyumaya yakın bir ses duyuyorum geceleri. Tik tak diye. Herhalde bir duvar saatiniz var, benim yatağın tam arkasında. Ben salonda uyuyorum da… Akşamları onu başka bir yere alsanız diyorum, olur mu? Hiç uyuyamıyorum o seslerle.’

‘Yo, biz de duvar saati yok ki.’ dedi kadın.

‘Şey, ama… Tik tak, tik tak diye sesler geliyor.’

‘Yo…’ Düşündü biraz, ardından, ‘Ha, bebeğin beşiği… Duvardan duvara ip çekip yaptık. Kanca çaktık duvara, bebeği sallarken o ip ses yapıyordur.’ dedi.

Evde bebek olduğunu duyduğum an bütün rahatsızlığım geçti. Hatta o sesi tekrar duymaya can attım; hemen gece olsa da tik takları duysam… 

‘Öyle mi? Yok, yok,’ dedim, ‘o zaman sorun yok. Hiçbir sorun yok. Bebek güzel uyusun da…’ tekrar teşekkür edip evime girdim.

Sonraki geceler o tik takları yine duydum. Bir ninni dinler gibiydim ama. O bebekle beraber mışıl mışıl uyuyordum artık.”

“Vay be!”

“Emlakçının katkısına gerek kalmadı, bu evde evlendim. Oğlumun dünyaya geleceğini de ilk bu evde duydum… Ya delikanlı, işte senin şu koca makineyle yıktığın ev, bu ev. Yıkılıyor, bari bir bilen olsun dedim dört numaralı dairede yaşananlardan bir anı…”

“Peki beyefendi, o tik tak sesleriyle birlikte uyuduğunuz, karşı dairedeki bebek kim, biliyor musunuz?”