Sırtını güneşe veren emekli posta müvezzii omuzlarındaki sıcaklığı keyifle hissediyordu. Dayanamadı bir sigara yaktı. Dumanı savruldu gitti. Bacak bacak üstüne atıp bastonuna dayandı ve etrafı seyre daldı.

 

Geldiğinden beri oturduğu bankın önünde yatan tekir kedi hiç kımıldamıyor, üzerine konan sineklere kuyruğunu dahi sallamıyordu. Yorgun olmalıydı. Yoksa aç mıydı?

 

Arkadan gelen, “yeni çıktı fırından, akşam simidi, çıtır çıtır bunlar” diye bağıran simitçinin sesini duyunca canı çekti. Fakat nasıl ısırıp yiyecekti bu dişsiz ağzıyla. Vaz geçti.

 

Az ileride çişini yapan köpeğinin tasmasını çekiştirip duran kürk mantolu kadın “hadi bitmedi mi daha” diye söylendi. Sinirlenmişti besbelli. Vapuru kaçırmak istemiyordu herhalde. Zavallı hayvan güç bela işini bitirip yürümeye başladı.

 

Az ötede lastik pabuçlu çelimsiz çocuk, “boyayalım abiler” sözünü kendine has bir eda ile söylüyor, fırçasını boya sandığında takırdatarak müşteri bekliyordu. Bu yaşta ekmek parası. Şimdi okulda olması gerekmez miydi? Kim bilir kaç çocuk var böyle, diye düşündü.

 

Önünden, annesinin elinden tutmuş bir adım geriden gelen sümüğü üst dudağında kurumuş bir çocuk geçti. Arkaya bakıyordu. Ne varsa orada? Hiç önlerine bakmazlar, sonra da takılıp düşerler. Sonra güzel bir azar işitirler.

 

Sağ tarafında kazanından dumanlar çıkan mısırcı ara sıra, “sütlü mısır” diye bağırıyordu. Canı çekti. Lâkin ah bu dişler. Ne güzel de yenirdi !

 

Sağından solundan koşuşturanları görünce akşam vapurunun iskeleye yanaşmakta olduğunu gördü. Bir zamanlar kendi de onlar gibiydi. Sabah 7 vapuruna binerdi. Kaptan keyifli bir düdük çaldı, vapurun arkasındaki deniz  köpürdü. Bir beyazlık yayıldı suyun yüzüne. Az sonra gıcırdayan halatın sesi. Yanaşmıştı 17.50 vapuru. Artık sırayla Ortaköy, Bebek, Hisar, Emirgan, Sarıyer. Herkeste bir telaş evine kavuşmak için.

 

Bir kız çocuğu az ileride ayağı takılınca düştü. Annesi öfkeyle  geldi. Düştüğü yerden kaldırırken “ben sana koşma demedim mi” diyerek ağlayan çocuğa bir tokat attı. Emekli postacının yüreği sızladı. Yekindi kalkmak için, “hanım niye vuruyorsun çocuğa” demek istedi. Fakat kadın çocuğu çekiştirerek iskeleye doğru hızla yürüdü.

 

Yandaki bankta oturan iki genç kız gülerek ay çekirdeği yiyor ve kabuklarını yere atıyorlardı. Akça pakça kızlardı. Lakin yaptıkları? Dünya umurlarında değildi. Bu ne sorumsuzluk diye düşündü. Bizim zamanımızda sokakta bir şey yemek ayıp karşılanırdı. Alıp yiyemeyenleri düşünürdük. Ne günlere kaldık ya rabbim.

 

Sol tarafındaki bayiden gazete alan hanım uzattığı parayı düşürdü. Biraz arandı, bulamadı.   Çantasından    başka    para    çıkardı      kafasını        sallayarak.

Gazetesini alıp uzaklaşırken arkasına bakıyordu düşürdüğü parayı  görebilirim belki diye. Artık onu bulan sevinecekti. Aceleyle yürüdü iskeleye doğru.

 

Artık kalkmalı diye düşündü. Eve varıp hanımın yaptığı çorbaya kaşık sallamalıydı. Fakat hava o kadar güzeldi ki. Biraz daha oturmaya karar verdi hanımdan azar işitmeyi göze alarak. Sitemle, “nerede kaldın Hüsamettin Bey? Akşam haberlerini kaçıracaksın. Sofra da neredeyse hazır olur. Ellerini yıka. Bir kadeh bir şey koyayım mı?” diyen görüntüsü karşısındaydı sanki. Gülümsedi.

 

Simitçinin epeydir sesi çıkmıyordu. Herhalde gitmiş olmalıydı. Dönüp bakmak istedi, ama belinin ağrısı aklına gelince vazgeçti. Mısırcı, hala dumanı tüten koca kazanın bulunduğu arabasını iterek önünden geçti.

 

Vapur yolcularını alıp iskeleden ayrıldı. Sancak tarafına dönerken tek bir düdük çaldı. Bacasından kesif bir duman yükseldi. Arkasında beyaz köpükler bırakarak uzaklaştı. Vapurun kıç tarafından iskeleye bakan yolcular akşam güneşinden korunmak için ellerini alınlarına götürmüşlerdi.

Güneş yavaş yavaş hükmünü kaybetmeye başlamıştı. Omuzlarındaki sıcaklık azalmıştı. Birazdan esinti başlardı. Bu havalar netameli diye düşünerek kalktı. Kalkarken belindeki ağrı, ben buradayım dedi. İyi ki hanımın ısrarıyla beline kuşak sarmıştı. Yoksa kolayca doğrulup kalkamazdı.

 

Bu sırada önünden uçan balon satan biri geçti. Etrafına baktı, anne balon alsana diyecek bir tek çocuk göremedi. Herhalde evine geç kalan bir baloncuydu. Elinden kaçırdığı balonun arkasından ağladığı günleri hatırlayıp başını salladığı sırada sanki etinden et koparılmış gibi bağıran bir çocuğun çığlığını duydu. Kendi çocukluğundaki gibi uçan balonunu elinden kaçıran kız çocuğunun irkilten sesi. Çocuk annesine eliyle gökyüzünü gösteriyordu ağlarken. Hüsamettin Bey yukarı, gökyüzüne doğru baktı. Kırmızı balon gittikçe uzaklaşıyordu. Annesinin, “niçin sıkı tutmadın ipin ucundan, sana söylemiştim kaçırırsın diye” sinirli bir şekilde azarlamasını beklerken, kadının sevecen bir tavırla, kızının saçlarını okşayıp, “ağlama yavrum, yenisini alırız,” dediğini duyarak rahatladı.

 

Henüz serinlememiş akşam rüzgârı, önüne kattığı gazete kağıtlarını ve zamansız düşen yaprakları sürüklüyordu denize doğru. Zaman kendisini de sürüklüyordu bilinmez bir meçhule doğru. İçi ezildi.

 

Başını kaldırınca gözü, kıskanç bir sevgiyle göğsüne bastırdığı ve her attığı adımda yan tarafta kalan kolu sallanan bebeğini gururla taşıyan genç tazeye takıldı. Yanakları kırmızı, geç kalmamak içir telaşla yürüyordu. Yeniden gülümsedi kendi çocuklarını hatırlayarak. O da az mı taşımıştı kucağında kan ter içinde Eminönü vapuruna yetişmek için çocuklarını.

 

“Ekmek almayı unutma” dedi kendi kendine. Evden çıkarken hanımı tembihlemişti. Bastonuna dayanarak son defa etrafına baktı, akşam karanlığı çökerken iskele meydanından ayrıldı. Başının tam üzerinden uçan iki martının çığlıkları ile irkildi. Uzaklaşan martılara bakarak “ödümü patlattınız hınzırlar” diyerek okkalı bir küfür salladı arkalarından. Boş bulunup korkmuştu.

 

Martıların arkasından bakarak yürümeye devam etti. Caddeye adımı attığında acı bir fren sesiyle irkildi. Soldan gelen otomobili fark etmemişti. Şoför , “ne yapıyorsun bey amca, dikkat etsene, akşam üstü adamın başını belaya sokma”, kabilinden kolunu salladığını gördü. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Hüsamettin efendi sağ elini kaldırarak, “tamam, özür dilerim” dedi sessizce. Nefesi daralmıştı aniden. Soluklanıp biraz bekledi. Karşı kaldırıma geçtiğinde derin bir oh çekti. Ne oluyordu? Kulakları mı iyi işitmiyordu, zihni mi dalgındı? Bir mana veremedi.

 

Çarşının içi ışık içindeydi. Balıkçılar, manavlar akşam pazarı diye bağırıyorlardı. Renkli, neşeli bir görüntü diye düşündü postacı. Yaşadığına, evinde kendini bekleyen birisi olduğuna sevindi. Bu duygu ile fırına doğru yürüdü. İçerisi kalabalıktı. Herkes akşam ekmeğini alma telaşındaydı. Sanki aceleleri vardı. Vardı ya !  Kendisi gibi herkes te evine, sıcak yuvasına bir an önce kavuşmak istiyordu. Bu onların hakkıydı.

Pişkin bir ekmeği işaret etti fırıncıya. Sıcacıktı. Elleri ısındı. Kolunun altına sıkıştırdığı somunla evinin yolunu tuttu. Sacide Hanım hazırlığını yapmış olmalıydı. Çoban salata, patlıcan tava, beyaz peynir, ızgara köfte, biraz da aslan sütü. Bu akşam ne dinlemek isterdi acaba Sacide Hanım? Mesut Cemil, ya da Münir Nurettin.  Kendine eşlik eder miydi? Son zamanlarda bir durgunluk seziyordu onda. Gittikleri doktor fazla yorulmamasını söylemişti. Heyecanlanmamalıydı. Kalbi zayıf demişti doktor o içerde giyinirken Hüsamettin Bey’e. Aslında onu yormamaya çalışıyor, küçük ev işlerinde yardımcı oluyordu. Fakat Sacide Hanım yine bildiğini okuyor, haftada bir defa eve gelen yardımcı kadına rağmen yemekleri mutlaka kendi yapıyordu. İyi ki de yapıyordu. Çünkü çok marifetli bir eli vardı. Parmaklarınızı yerdiniz vallahi. Lezzet aliyyül âlâ.

 

Ahşap kapının ziline basınca “geldim, geldim” diyen sesini duydu kırk yıllık eşinin. İçine bir ferahlık geldi, sevinçle doldu gönlü. Bu akşam yine birlikte, huzur içinde akşam yemeği yiyeceklerdi. Merdivenden inen ayak seslerini gülümseyerek dinledi. Az sonra, “hoş geldin” diyerek kapıyı açtı Sacide Hanım. Alnı terlemişti. Mis gibi yemek kokuları aşağıya kadar gelmişti. Hüsamettin Bey içeri girerken, “yorma kendini bu kadar sultanım” diyerek sıcak somunu uzattı. Ekmeği alan kadın, “ne yorulması a bey” dedi. “Yaptığım her şeyi keyifle yapıyorum. Bunlar benim için çocuk oyuncağı bilmez misin?” Hüsamettin Bey, eskisi gibi değilsin artık, kendine dikkat etmelisin diyemedi, üzülür diye. “Ellerine sağlık hayatım” dedi. Karısının arkasından yukarı çıkmaya başladı.

Bu akşam çorba yoktu. Lâkin yolda gelirken düşündüğü yemekler önündeydi. Oturdu, karısının gelmesini bekledi. Mesut Cemil’in saz eseri başlarken kadehlerini kaldırdılar. Sacide Hanım su içiyordu. Fazla konuşmadan yemeklerini yediler. Bakışları, tavırları ve yüzlerindeki gülümsemeler çok şeyler anlatıyordu. Yaşamlarının özeti gibiydi bu akşam. İkisinin de gözleri daldı. Ara sıra konuşuyorlardı. Sesleri sanki boğazlarına takılır gibiydi. En iyisi susmaktı galiba. Öyle yaptılar. Yemeklerini bitirdikten sonra Sacide Hanım sessizce ilaçlarını yuttu. Hüsamettin Bey balkonda ikinci sigarasını içiyordu.

 

Sofrayı birlikte kaldırdılar. Sacide Hanım iki sade kahve yaptı. İçtikten sonra fincanını kapattı. Hep öyle yapardı. Pikaptaki plak bitmişti. Vakit ilerlemişti. Biraz daha oturup yattılar. Hüsamettin Bey Sacide Hanıma sarıldı. Önce yanağından sonra alnından öptü evlendikleri gün gibi. El ele tutuşup birbirlerinin nefeslerini dinleyerek uykularının gelmesini beklediler. Bir süre sonra Hüsamettin Bey hafifçe doğrularak, “o kadar mutluyum ki” dedi karısına. “Ölsem de gam yemem. Çok sevinçliyim birlikte olduğumuz için. Allah beraberliğimizi daim etsin.” Sacide Hanım “ağzından yel alsın” diyerek telaşla oturdu yatakta. Hüsamettin Bey bu sözleri duyup duymadığını hiç bilmedi. Çünkü derin bir uykunun kollarındaydı. Yüzü çok sakindi. Sacide Hanım bir süre kocasının dingin yüzünü seyretti. Sırtını yatağa koymadan ahşap pervaza vurdu üç defa. Sonra yavaşça uzandı kocasının yanına.