Hülya balkonda günlük çamaşır asma rutinini gerçekleştirirken kendi kendine söylendi. “Daha dün temizledim, yine pisletmiş her tarafı bu kör olasıca martılar.” 

Mor renkli plastik leğendeki çarşafını aldı ve kokladı. Lavanta kokusunu seviyordu. İki metre karelik balkonda becerikli hareketlerle çarşafı katladı ve sokağın üzerine boydan boya gerilmiş çamaşır ipine katlı olarak serdi. Çarşafın mandallarla tutturduğu kısmını ipin diğer katını çekerek uzaklaştırdı ve katları açıp koskoca- ipek saten– çarşafını birkaç saniye içinde sokağın üzerine bayrak gibi germeyi başardı. Lila renkli çarşaf insan hakları evrensel beyannamesi gibi gelene geçene Hülya’nın burada yaşadığını ve var olduğunu hatırlatıyordu. 

Telsiz Ali sokağın üst ucundan Hülya’yı görünce elini salladı: “Hop dedik, Hülya bacım!” 

Hülya adının sokakta yankılanıyor olmasını üzerine alınmadı. Ses “alllooooo!” diye diye ısrar edince o tarafa çevirdi bakışını. Ali’yi görünce bir şey söylemedi, sadece el salladı. 

Ahu yan balkonda beliriverdi. İçinde iki muhabbet kuşu olan kafesi demire asarken, Hülya’ya laf soktu her zamanki gibi. Ali’nin ona bacı diye hitap ettiğini duymuştu. Zaten onun da gözü vardı Ali’de. Küçücük ısırdı Hülya’yı çatal diliyle. “Ne bacısı ayol, sizin yıllarca kolileştiğinizi sağır sultan bile biliyor.”

Hülya ipi biraz hızlıca kendine doğru çekti. Lila çarşaf nazlı nazlı sallanınca görüntünün güzelliği bütün ağzına gelen okkalı lafları yumuşattı. “Bu önemli haberi sabah sabah mahalleyle paylaşman çok yerinde bir davranış oldu, Ahucum.” 

Hülya bu kızın ne zaman uyuyup ne zaman hazırlandığını hiçbir zaman anlayamamıştı. Makyajı, dağınık topuzu tam kıvamındaydı yine. Siyah eteğinin üzerine leopar dar bir bluz giymiş ve -bu harika(!)- kostümü muşambadan yapılmış bir kemerle de taçlandırmıştı. 

Ahu ise çok sevilmiş bebeklerin özgüveniyle, güzelliğini işaret edecek şekilde bir elini beline koydu: “Sabah sabah mı? Kız, saat dört oldu. Demirbank hayırlı ilişkiler diler!”

Hülya ister istemez gülümsedi. Leğendeki külotlardan birini alıp Ahu’nun yüzüne fırlattı. 

“Ben daha ilişkinin hayırlısını görmedim şekerim. Varsa sende, bize de gönder.” 

Ahu külotu havada yakaladı ve aşağıya bakmadan doğrudan caddeye attı. Dantel külot havada zarifçe süzüldü ve aşağıdan geçen bir adamın önüne yumuşak iniş yaptı. Hülya kendini hafifçe geriye çekti.  Ahu ise beline kadar aşağıya sarktı ve sesini iki ton inceltip aşağıya seslendi. “Ay pardon beyfandi, reca etsem donumu bana getirebilir misiniz ecaba?”

İkisi de kahkahalarla güldüler. Adam da çapkın çapkın gülümsedi ve kapıya yöneldi. Ahu koşturarak içeri girdi. Hülya bir anda kendini kötü hisseti. Külotu Beyoğlu’ndaki Ebrusan Mağazası’ndan almıştı, ‘ithal malı’ydı. Bir süre sonra düşüncesinin anlamsızlığına o da şaşırdı. Komşuya giden bir külota canı sıkılıyor olamazdı. Nice zamandır alttan alta vuran akıntılar gibi bir sıkıntı duruyordu içinde bir yerlerde. Ferforje sandalyesine bıraktı bol silikonlu bedenini.  

Telsiz Ali kapı tokmağını şifreli bir şekilde vurdu. Tak-tak… Tak-da-tak, tak! Buse giriş kapısının yanındaki cumbanın penceresinden bağırdı. “Ay, dur. Tak tak tak vurup durma! Kafamda ötüyo. Kapı açık.” 

Peşkir Sokak’ta sevgi sadece olumsuz kelimelerle ifade ediliyordu. Sözcüklerden bağımsız gerçekleştirilen iletileri herkes anlıyor ve kimse kimseye darılmıyordu. Ali Buse’nin çarşafa sarılmış bedenini görünce basamaklardan pencereye doğru uzandı ve demirlere tutunup seslendi. 

“Günaydın böbeem.” 

Buse’nin gözleri mutlulukla ışıldıyordu, ama ağzından böylesi durumlarda çokça kullanılan bir sevgi sözcüğü çıktı. “Öküz!”

Hülya oturduğu yerden, kapanan kapının sesini duyabiliyordu. Ali ayakkabılarını çıkarıp doğrudan Buse’nin yatağına girmiş olmalıydı. Canı sigara çekti ama paketi bir üst kattaki kendi odasında kalmıştı. Merdiven çıkmaya üşendi. Başını içeriye uzattı ve seslendi. 

“Kız Nebahat! Benim sigarama baksan ya bi, üst katta mı kalmış.” 

“He aplam” diye cevap verdi Nebahat aşağıdan. Mutfak dedikleri sahanlıkta kahvaltı hazırlamaya çalışıyordu. 

“Ay Allah’ım, şu köylü ağzıyla konuşmalardan nasıl hazetmiyorum ya! Birisi bacım diye sokaktan bağırına bağırına gelir, diğeri kendini köylü karısı sanır. Usandım vallahi!” Onu tanımayan birisi gerçekten şikâyet ettiğini sanabilirdi ama kulüpteki herkes, onun Ali’yle yıllardır kanka olduğunu, Nebahat’e kol kanat gerdiğini, Buse’yi uyuşturucudan kurtardığını biliyordu. Sahara Bar’ın ‘Tuvaletçi Abla’sına hala para veren tek kızdı Hülya. 

Ali taksiciydi. Yıllardır Hülya’yı ve himayesindekileri kulüplere, müşterilere götürür beklerdi. Ona fena tav olmuştu ilk tanıştıklarında. Bıçkın bir delikanlıydı o zamanlar. Hülya ise alemin yıldızlarındandı. Su gibi para kazanıyordu. Mındıkoğlu furyasında, neredeyse çocuk yaşta olmuştu ameliyatını. Minyon yapılıydı, güzeldi. Hanımefendiliğine kimse laf edemezdi ama lafını sakınmazdı. Herkesin aklından geçen ama kimsenin söylemeye cesaret edemediği şeyi dan diye söylüyor ve üstelik de çok eğlendiriyordu. Bu arada sadece üst düzey kokain partilerine gidiyor, sadece önemli müşterilerle ‘kalıyordu’. Gözü yukarılardaydı Hülya Ersoy’un. Oyuncu olmak istiyordu. Ama ne yazık ki, oyunculuğu zengin adamların fantezilerine göre oynadığı rollerle kısıtlı kaldı. Telsiz –sağ olsun, yiğidin hakkı yiğide – bırakmadı onu. Sadece ikisinin anladığı başka türlü bir bağa dönüştü ilişkileri. Ve Buse’nin gelişiyle en büyük sarsıntısını yaşadı arkadaşlıkları.  

Nebahat üzerinden hiç çıkarmadığı başında tülbenti, çiçek desenli pazen entarisi, iç donu, yün çorapları ve kara lastikleriyle balkon kapısına geldi, parke desenli muşambanın üzerinden sigarayı uzattı. Hülya onu böyle gördükçe çok üzülüyordu. Haziran sıcağında inatla yün çoraplarla geziyordu. Köylü kadınları gibi giyinmek ısrarı yüzünden başına gelmedik kalmamıştı. Nebahat’in en büyük hayali bir apartmanda kapıcı olarak çalışmak ve sigortalı işçi olmaktı. Hülya sigortasını yaptıramamıştı ama en azından ona istediği gibi giyineceği bir yaşam alanı sağlamıştı. Yine de yeterli bulmuyordu bunu. Nebahat açılıp saçılmasını, kadınlığının keyfini sürmesini istiyordu. Al yanaklı, akça pakça bir genç delikanlıydı. Mutlu olabilirdi, çok iyi kazanabilirdi. Sonradan vaz geçiyordu bu düşüncelerinden. O da başkalarının gözünde kendisine yazık etmemiş miydi?  Belki de haklıydı babası. Bütün hayatını heba etmişti…

 

Hülya Export Samsun sigarasını çakmağıyla yakmaya çalıştı. Çakmak yanmadı. Birkaç kez denedi, salladı, elini siper yapıp bir kez daha bastı düğmeye. Sonunda yandı sigara. Kendi kendine söylendi: “Hah, çakar çakmaz çakan çakmakmış. Altıma doğru!”

Bir iki derin nefesle duman çekti içine. İyi geldi nikotin. Yorgun ve mutsuzdu. Her şeyi bırakıp İzmir’e gidesi geldi. Evi özlemişti. Pişi çekiyordu canı. Sokağın egzoz ve kömür isi kokusunu sokağı lavantalarla bastırmaya çalışmaktan sıkılmıştı. Kızartma kokan bir evde uyanmayalı yıllar olmuştu. Ağzında yara çıkmış gibi nazlanmaya ihtiyacı vardı. Birileri ona kaşık kaşık karadut reçeli yedirsin istiyordu. Müşteri ne der korkusu olmadan, haykırmak, küfretmek, sarhoş olmak istiyordu. 

İçeriden büyük bir gürültü geldi. Hülya sakin bir şekilde Nebahat’e seslendi. “Nebiş! Makine kurutmaya geçti. Üzerine otur da merdivenden düşmesin.” Nebahat her zamanki munis sesiyle cevap verdi. “He aplam.” Peşkir Sokak numara 11’de sıradan bir ‘sabah’ yaşanıyordu öğleden sonra dörtte. 

Biraz önceki düşüncelerinden utandı Hülya. Muhabbet kuşları cagıl cagıl ötüyor, sesleri adamla ‘koli kesen’ Ahu’nun ‘küründen’ inlemelerine karışıyordu. Havada güzel bir esinti vardı ve çamaşırların lavanta kokusu geliyordu burnuna. Güzeldi her şey. Mutluydu Buse’yle, Nebahat’le yaşamaktan. Şükretmesini bilmeliydi insan. Pencereye asılı duran küçük siyah dürbünü aldı. Canı sıkkın olduğu zamanlarda etrafa bakınmak ona iyi geliyordu. Dapdaracık sokakta dürbünlük hiçbir şey yoktu ama yine de hoşuna gidiyordu. 

Dürbün karşı apartmana geçen sene eylülde taşınan üniversiteli gençlerden birinin hediyesiydi. Küçücük daireye beş oğlan sığışmışlardı. Sinema bölümünde okuyordu bir tanesi. Kızlarla ilgili belgesel yapmak istiyordu- bitirme ödeviymiş. İşin ucunda para olmayan hiçbir şeye yanaşmazdı kızlar. Hülya hemen kabul etmişti röportaj vermeyi- ama bir tek şartla: 

“En önce ‘Yarın Ağlayacağım’ filminin açılış sahnesindeki Hülya Koçyiğit’in repliğini oynamak isterim kamera karşısında.” 

‘Sinemacı Oğlan’la geçirdiği o gün Hülya’ya büyük mutluluk vermişti. Önce canlandırmayla başlamışlardı. Hülya Koçyiğit gibi kabartmıştı saçlarını. Nebahat’in el örgüsü şallarından birini örtmüştü başına ve çok güzel oynamıştı rolünü:

“Sana ancak yaşanmış bir hikâyeyi anlatarak yardımcı olabilirim, çocuğum. Senin yaşlarındaydı o zaman hikâyenin kahramanı. Hayat doluydu. Servet ve şöhret sahibiydi. Büyük bir ses yıldızı… Hayranlarının gönlünde taht kurmuş bir kraliçeydi.” 

Sinemacı Oğlan dönem sonuyla birlikte kaybolmuştu. Elinde bir video kaseti bile yoktu. Bir aydır boştu karşı daire. Son bir nefes daha çekti sigarasından. Yanık filtrenin kokusu gelmeden inanmıyordu sigaranın bittiğine. Pembe çiçekli porselen küllüğe bastırdı izmariti. 

Masada duran plastik leğenin içindeki çamaşırlara baktı Hülya. Kalkacak gücü bulamadı kendinde. Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Saatler süren makyajlar, giyinmeler süslenmeler gözünde büyüyordu. Haftanın her gecesi sabaha kadar bangır bangır müziği kaldırmıyordu başı. Kulakları da iyi duymamaya başlamıştı.  Bacakları yüksek topuklarla gezmekten ağrıyordu sürekli. Eliyle baldırlarına masaj yaptı, siyah füzosunun üzerinden. Baldırları eskisi gibi sert değildi. Şu sabah sporlarını öğleden sonra yayınlasalar güzel olurdu ama kimse çalışan kızları düşünmüyordu. 

Tırnaklarını fark etti. Çamaşır yıkarken ojeleri sökülmüştü yine. ‘Amaan’ dedi kendi kendine ‘bu gece de gitmeyiver.’ Birdenbire içini büyük bir huzur sardı. ‘Hayır’ diyebilen insanların özgüveniyle dikleştirdi gövdesini ferforje sandalyesinde. 

İstifa ederek, istifade etmeye başlayacaktı hayattan belki de…