Kızım, kocasının ölüsünün yanında saatlerce gözyaşı döktükten sonra yüzünü dizlerine gömerek susmuştu. Damadımın, Barnard’ın bir gün önce şu kara tahtalarda çıplak ayakları üzerinde canlılıkla dolanan bedeni, öylece, kenara atılmış bir elbise gibi konuluvermişti tezgâhın yanına. Giysileri kanlı değildi, vücudu parçalanmamıştı, ölü olduğunu kanıtlayan tek şey soluksuz, hareketsiz, bırakıldığı yerde saatlerdir duruyor olmasıydı. Onun yanına, daha şimdiden tabutun içine kondurulmuş gibi elleri göğsünün üstünde birleştirilerek uzatılmış halde duran kimsesiz, sığınmacı zavallı Bruno’ya baktım. Hep hareketli gördüğüm genç bedeni nihayet huzur bulmuş gibi yatıyordu. O zaman elleri göğsünde birleştirenin iyi bir iş yaptığını düşündüm. Birbirinden pek ayrılmayan bu iki genç adam, ölüme de birlikte gittiler, daha soylarını sürdürecek bir döl bile bırakamadan dünyaya, çekip çıkarıldılar hayattan. Bu ikisi, Barnard ve Bruno, birini gördünüz mü diğerini arardı gözleriniz, biri çoşturur diğeri güldürür, biri başlar diğeri tamamlar. “Anna” dedim. “Kadersizim benim.” İnsan kendi çaresizliğine dayanabilir. Kadersizim, yanımdaki evlatların ölüsüne ve diğer evlatlarımın çaresizliğinin tanıklığına mahkûm edilmiştim ben de. Demek bugüne dek gördüğüm hastalıklar, ölümler, sefaletimiz, açlığımız, yoksulluğumuz yeterli gelmemişti. Daha çekilecek dertler, görülecek zulümler bitmemişti. Bu yüzden göç etmiştik topraklarımızdan. Aynı günde bu kadar ölüm çok fazla yüreklerimize. Oysa hâlâ taşınıyor ölülerimiz dışarıdan. Kocamla komşumuz yaşlı Meyer birini daha zorlukla taşıdılar içeriye. Kapıya koşup kucaklarındaki yüze baktım. Yeni getirilen oğlum olmadığı için sevinmeli miyim? Peki ya bu kim? Zavallı, kızımın manevi kardeşim dediği kayınbiraderi, ağabeyinden başka kimsesi kalmadığından yanımızda kalan Barnard’ın kardeşi. Kocamın gözlerine bakmaktan, orada bulacağım ya da bulamayacağım cevaplardan korkuyorum. O ise hep yapılması gerekenleri yapıyor her zaman olduğu gibi, geriye çevirdiği başıyla küçük ahşap zeminde ölüyü koyacak yeri tarıyor gözleriyle. Ah yüce tanrım, yüce tanrım isyanımı bağışla, bu çok fazla, verecek çıplak bedenlerinden başka bir şeyi olmayan bizim gibilerin canlarının da alınmasına nasıl müsaade ettin. Ah tanrım günahlarımı bağışla, çocuklarım açken isyan etmedim sana, kışın ince çulun altında titrerken de değil, dokuma tezgâhının başındaki uykusuz gecelerimde de değil… Bugün isyankârım artık tövbekâr değil.

“Neden” diye sordum sonra boşluğa doğru. Kocam duvarın dibine çökmüştü. “Semyon” dedim korkuyla. “Ölüsünü getirmediğin oğlum nerede?” “ İçerideki grupla beraber, yaşıyor, biz ihtiyarla ölüleri taşımak için çıktık, tüm erkekler Weber’in villasında, karısıyla çocuklarını askerler götürdü, bölüğün geri kalan askerlerini de rehin aldı bizimkiler ” dedi. Sonra çıkarıp bir parça beyaz ekmek uzattı cebinden. “Anna’ya ver, dünden beri bir şey yemedi, birazdan Meyer’le gidip adamın mutfağından yiyecek bir şeyler alırım; görmelisin Bertha koca killer domuz pastırmasıyla dolu. Lamar tüm kileri köye dağıtmaya karar verdi, işte askerler gelene kadar.”

Tüm enerjisini, taşıdığı ölüler çekip almış kadar bitkindi konuşurken. O yiyeceklerden bahsedince iki gündür boş olan midem, ince bir sızıyla kendini hatırlattı. İnsanoğlu ne tuhaf, bir yandan ölürken bir yandan da karnı acıkmaya, ihtiyaçları kendini hatırlatmaya devam ediyor. “Her şey bu yüzden ortaya çıktı zaten, açlıktan ölmeyelim diye kurşunla öldü insanlarımız, en gençlerimiz vuruldu, bu haksızlık” diye isyan ettim. “Biliyorsun kalabalığın önünde onlar vardı, öfkelerini dizginleyemedim, askerler geldiğinde gençler önümüze geçtiler. Sonra ateş başladı.” “Ama” dedim, “gençlerde silah yoktu.” “İnan bana silahları olsaydı, durum şu an olduğundan daha kötü olmazdı, ne olacaksa olurdu” “Böyle konuşma” diye susturdum kocamı. “Biz oraya kavga etmeye değil, ölmeye öldürmeye değil, hakkımızı istemeye gittik.” “Şimdi durum eşitlendi, askerlerin silahları bizde” diye devam etti. “Nereye kadar gidecek, sırf benim kulübemde ölü yatan üç genç var, toplam kaç canımız gitti?” “Berta” dedi. “ Ölenleri durup düşünecek zaman değil, hayattaki çocuklarımızı düşünmeliyiz. Daha çok sayıda askerlerle geri gelecekler, bu akşam bekleyecekler, evlerdeki erkeklerin ölülerini gömmesini, sonra tek tek hepimizi avlayacaklar, kadınlar ve çocuklar hariç… Bize çıkış yok, ya mezarlık, ya hapishane, ne olacaksa olacak” diye içini çekti.

Bir gün önceyi tekrar düşündüm. Weber’in uşağı tek tek kulübeleri dolaşıp iplik fiyatlarındaki artıştan ötürü tezgâh ve kulübe kiralarını artırdığını haber vermeye gelmişti. Aldığımız ücret, karnımızı doyurarak sofradan kalkmamıza yetmezken, demek daha da kırpılacaktı. Anna çocuğunu besleyemediğinden mi düşürdü? Tek öğünümüz, öğünde tek çeşit yemeğimiz nasıl olacak diye düşünürken Weber’in uşağının kırmızı semiz yüzü ve göbeğiyle, kocamın kambur sırtını, içe göçük karnını kıyasladım. Fazla ışık almayan dar ve havasız kulübeden iğrenerek çıkan adamın arkasından bağırdım. “Sahibine söyle bizden kısacağına köpeklerinden kıssın.” “Sadece yakınmayı bilirsiniz, iş yapmasını bilmezsiniz” diyerek kapının önüne tükürdü. Böyledir işte boynuzun kulağı geçmesi, adamın köpekleri, uşakları kendinden bile daha acımasız olabiliyordu. Zavallı Barnard “ana ne oldu?” diye koşarak gelirken ilerden, bu ikisi kinle bakıştılar. Adamın kemerindeki kamçının başını okşadığını fark ettiğimde yalvar yakar Barnard’ı içeri çektim. Bir anda “Semyon” dedim, “Barnard’ın ölümü benim suçum.” “Kafasını kaldırıp çıldırdın mı” dedi. “Dün eve gelen adamla kavga ederken gördü beni, herif ona diş biledi.” “Bertha” dedi, “ateş edenler askerlerdi, Weber’in adamları değil. Ötekiler sadece kırbaçla çalışır.” Sustu. “Tamam işte” dedim, “hep elebaşı ararlar, Barnard’ı o ispiyonlamış olmalı, tek tek kimi vurmaları gerektiğini askerlere söylediklerine eminim, farkında değil misin, en yiğitler, en gençler Barnard, Bruno, diğerleri… ” Cevap vermedi.

Yaşlı Meyer, dışarıda kulübenin önünde volta atıyordu. Acıdan bir denizde boğulacak gibiydim, hava almak için çıktım ben de. “Üzgünüm Bertha” dedi yere bakarak. Bu adam niye hayatta diye öfkeyle diktim gözlerimi. Onun kimsesi kalmamıştı ki; canı için endişeleneceği oğlu, açlıktan gelişme geriliği gösteren büyütmesi gerekecek torunları, aklını yitirdi yitirecek kızı, acıyla kahrolan eşi yoktu. Ona bakıp kısacık bir an, her zaman vah vah edip kimsesizliğine acıdığım bu adama adeta imrendim. Düşüncelerimi okumuş gibi konuşmaya başladı. “Ölenler, senin damadın, Gerard’ın oğlu, Herbert’in kardeşi, Adler’in oğlu, Conrad’ ın ağabeyi, Elden, Reynard, Stein, hepsinin doğumunu hatırlıyorum, neredeyse hepsi oğlum sayılır. Bu küçük kasabada birbirimizden başka neyimiz var ki?” Beceriksizce ve hızlıca elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Bu yaşlı adam bütün evlatları sahipleniyor, hepsinden sorumlu hissediyordu, ben kendiminkilere yanarken, o tüm oğullar için gözyaşı döküyordu. İsmini saydığı çocuklarla, oğlumun çocukken koşuşturmaları geldi aklıma. Sonra ergenlikleri, sakallarının ilk hali, omuzlarını geriye atarak büyüdük edasındaki yürüyüşleri… Bir çocuklukları, bir ergenlikleri olabilmişti sadece, şimdi de ölü bedenleri. İşte hepi topu bu kadardı. “Meyer” dedim, “biz gidenleri uğurlamak için mi geride kaldık, bu nasıl bir lanet?” “Haklısın, Tanrı’ya zaten her gün yakarıyorum beni alması için, ama bugün hayatta olduğuma bugünkü kadar hiç utanmamıştım” diye devam etti. “Weber domuz gibi yiyip içerken utanmadı, iliğimizi kemiğimizi sömürürken de öyle, hadi ama villaya, ötekilerin yanına gidelim, yapacaklarımız var, içerdekileri çağırayım” dedim. Başını yavaşça salladı.

İçeri geçip, Anna’nın yanına sessizce oturdum. Kollarımla ufalmış bedenini sarmaladım. Saçlarını öptüm, göğsüme doğru bastırdım. Hareketsiz, boş boş bakmaya devam etti. “Anna” dedim, “tüm kulübedekiler Weber’in malikânesinde, ağabeyin orada, yaralılar var, aç çocuklar, dağıtılacak azıklar, Barnard orada olmamızı isterdi, gidelim, böyle oturarak onu geri getiremeyiz, o benim oğlum sayılırdı, biliyorsun, içindeki yangını biliyorum, ama sessiz durma, vur kır, yık dök, ama sessiz durma, yapma, kendimizi bırakırsak onlar kazanır” dedim. Kızım bana öfkeyle döndü; “Savaş mı? Anne… Ben bu savaşı Barnard öldüğünde yitirdim!” Karnına yavaşça dokundum, “Anna, gebe kaldığını biliyorum, içinde oluşan hayatı unutma! ” O zaman kızım bana bakıp sarsılarak ağlamaya başladı. Yaşlı gözlerini ardı ardına öperek, gözyaşlarımızı sildim.

Gün ağarmaya başlamıştı, küçücük pencereden inadına içeri süzülen güneş ışığına hayretle baktım, sanmıştım ki bundan sonra hep gece kalacaktı. Yine de ışık ölülerin üstüne vurmadı, onlar odanın karanlık dip tarafında kalmıştı. Üstlerini çulla örtüp köyün çıkışındaki villaya doğru sessizce yola çıktık.