Bir oda tek balkonlu evimizin mutfak duvarındaki takvim, otuz aralığa veda etmek üzere “Carrrt” diye yırtılıyor. Ben nasıl bir pamuk ipliğine bağlı hayattaysam yılın son gecesi de ince bir yaprağa tutunup asılı kalıyor havada. Seher’in ışıltılı siyah gözleri elindeki takvim yaprağında dolaştıktan sonra “Bu sene de ölmedin gitti” dercesine yüzümde geziniyor. Soğuk bakışları, sokaktaki çamların tepesinde ıslık çalan Bakü rüzgârları gibi içimden geçiyor. Üşüyorum. Beni içimdeki titremelerle baş başa bırakıp yatak odası olarak da kullandığımız salona geçiyor. En kısık sesimle “Bu defa başaracağımı göreceksin” diye fısıldıyorum arkasından. Yarın, Seher altı senedir sırtlandığı kamburundan kurtulmalı, yarın dünya bensiz karşılamalı yeni yılı. Her gün biraz, parça parça ve yavaş yavaş ölerek yaşayan bedenimin ıstırabı son bulmalı yarın. Ama nasıl? Onca başarısız girişimden sonra…

Ölen biri için ne kadar şanslıdır diye düşündüğünüz oldu mu hiç?! Ben düşündüm mesela, hem de bir gün önceydi. Birlikte diyalize girdiğimiz arkadaşlardan birinin arkasından “ne mutlu sana” deyiverdim. Kimselerin duymasını istememiştim ama başhemşire tedavi sonrası boy, kilo ölçümü yapmak için beni kantara çıkardığında imalı bir şekilde yüzüme baktı, “Ölmek kurtuluş değil Hikmet Bey.” Kurtuluşun ne olduğunu bilmiyorum sanki. Cahil bir insan değilim. Hastalığım diplomama el koymuş olsa da üniversiteden dereceyle mezun olmuş petrol mühendisiyim. Seher de öyle. Yurtdışında yapılması gereken bir ameliyat, yüzde elli şans ve dudak uçuklatacak kadar korkunç bir rakam. Karşısında, haftanın üç gününü hastaneye gidecek yol parası için karısının eline bakan, bir yetmiş beş boylarında, kırk bir kilo ağırlığında, ayakta gezen cenaze misali bir deri bir kemikten ibaret bir adam. Ve gereken meblağla kıyaslandığında devede tüy mühendis maaşı. İlaçlara yetmiyor.

Neden ben diye sorgulamadım ilk başlarda. Sülaleden kalma mirasın tek varisi olarak serinkanlılıkla kabullendim hastalığımı. Dedem ikinci dünya savaşından sağ salim dönüp geldikten sonra mücadele etmeden kendi elleriyle çekmiş teslim bayrağını bu illet karşısında. Çok iyi taş döşeme ustasıymış rahmetli. Sovyet Bakü Metrosundan Fevvareler Parkı’na doğru inen birbirine paralel geniş kaldırımın taşlarını dedem ve arkadaşları döşemiş, babamın anlattığına göre. Ninem derdi ki “O Almanlar yok mu Almanlar, beş kuruş vermeden çalıştırdılar adamı. Savaş çıkınca da pılı pırtılarını toplayıp kayboldular ortalıktan.” Bazen de Almanlara kızgınlığını “Dedenin hakkını o gâvurlara helâl etmem!” diye dile getirirdi.

Haftanın üç günü dedemin hakkı ödenmemiş el emeği kaldırımın üstünden cılız bedenimin ağırlığını bastonuma yükleyerek geçip gidiyorum genlerime aktardığı mirastan – geçici de olsa – kurtulmak için. Tek evladından tek torun… Piyangonun bana vurması tesadüf olmasa gerek. Doktoruma göre genlerime küsmem yersiz, dudaktaki küçük bir uçuk bile böbrek yetmezliğine sebebiyet verebilirmiş mesela. O kadarını bilemem artık. Bildiğim tek şey yarın bu saatlerde buruşuk bir kemik torbasının içinde can çekişen ruhumun hak ettiği özgürlüğüne kavuşacağı ve içinde hapsolduğu sancılı, korkunç bedenden kurtulacağı.

Parmak kalınlığındaki mor damarlı incecik bileğimde öne arkaya hareket eden gevşek kordonlu saatim iki buçuğa geliyor. Seher çoktan uyumuş olmalı. Yarın her günkünden daha erken gitmesi gerekiyor gemiye. Bir petrol araştırma gemisinde başmühendisin yardımcısıdır. Şevket’in. Birlikte başladığımız işin ilk günlerinde hayal kırıklığına uğrattım Seher’i. Yarı yolda bıraktım. Şevket’se hep yanındadır. Genç, dinamik, yakışıklı… Fakülteden arkadaştık. Hastalığım ilerledikçe Seher’le Şevket’in arkadaşlığı farklı boyutlarda görünmeye başladı gözüme. Seher’e patladım bir gün. Kafamı sersemletip aptallaştıran hapları ima ederek “İlaçlarını almıyorsun değil mi?!” diye aklımı oynattığımı düşündü. Sinirden küçük ellerini yumruk yapıp gıcırtıyla kilitlenen dişlerinin arasından konuştu ağlayarak: “Bizi neyle suçladığının farkında mısın Hikmet? Şevket, ikimizin de en iyi arkadaşı. Elinden bir şeyler gelse senin için yapamayacağı yoktur, eminim” diyerek kapıyı yüzüme çarparak çıktı. O çıktı, bu defa da acımasızca yüklendim kendime. Yaşam hevesi kırıldı kızcağızın; görebiliyorum. Ceylan gibi ürkek bakan o kara gözlerinin altında mor – sarı halkalar beliriyor bazı günler. İşe gitmediği hafta sonları yatağından kalktığı gibi pijamaları ve darmadağınık saçlarıyla dolaşıyor karşımda. Küçük yuvarlak yüzü, bembeyaz kâğıt gibi solgun, avurtları çökmüş, yanağının doğal alı çekilmiş. Dün gece çok kustu. Öğürmekten duvarları inletti. Bastonuma dayanarak arkasından banyoya girdim. Çok kızdı. Kara gözleri büyümüş, yaşla dolmuştu. Elinin tersiyle ağzını silip bağırdı: “Yediğim bir şey dokundu herhalde, rahat bıraksana Allah aşkına!” Evliliğimizin ilk senesi düşük yapmadan önce hamileliği sırasında öğüre öğüre geçirdiği günleri hatırladım. Ve gerçekten yediği bir şeyin dokunduğuna veya basit bir mide üşütmesinden rahatsızlandığına inandırmak için kendimi içimdeki benle savaştım saatlerce. Kuşkular, keskin dişli fare gibi içimi kemirirken, yarın Seher sırtındaki kamburundan kurtulmalı diye verdim son kararımı.

Kafamdaki melankoliyi sezmişçesine kendi lirik şarkısını fısıldayan Bakü rüzgârı, çift kanatlı mutfak camını birkaç kez kamçıladıktan sonra diniyor. Yumruklarımı küçük masaya dayayıp usulca ayağa kalkıyorum. Otuz yıllık yaşantımın son gecesiyle vedalaşmadan olmaz. Perdeyi aralayıp camı açıyorum. Ayazlı bir aralık gecesi tokat gibi çarpıyor yüzüme. Ayılıyorum. Halen bir gözümün öbür dünyanın karanlığına odaklandığı halde diğerinin, içinde olduğum dünyanın güzelliklerini görmesine şaşırıyorum. Sovyetler’den kalma alışkanlıkla yeni yıla hazırlanan şehir, ışıklara bürünmüş. Rengârenk lambaların süslediği iğne yapraklılar, karanlığa göz kırpıp duruyor. Havada kar kokusu var. Soludukça içimi üşüten… Yeni yıl, gökyüzündeki öbek öbek bulutların üstünde yerini almış. İnmesi an meselesi. Gecenin pırıltısı içimdeki karanlığı söküyor gibi. Her şeye rağmen yaşamaya değer diye geçiriyorum aklımdan, telaşlanıyorum. Hemen camı kapatıp perdeyi çekiyorum. Vazgeçmek yok, son vermeli bu çelişkili git – gellere. Yarın Seher kurtulmalı sırtındaki kamburundan.

Mutfaktan çıkmadan önce buzdolabının kapısını açıyorum. Öylesine. Dolabın kapak bölümündeki beyaz şampanya şişesi gözümden kaçmıyor. Yarın yeni yıl girmeden “kurtuluşum”un şerefine köpürecek kadehlerde belki de. Şevket teselli edecek karımı her zamanki gibi. Dolabın kapısını kapatıp koridora atıyorum kendimi. Koridor karanlık bir korku tüneli gibi uzuyor karşımda. Başarısız “kurtuluş deneyimleri”nden ölüme en yakın olanın puslu görüntüleri belleğimin darmadağınık anılarından sıyrılıp gözlerimin önünde canlanıyor. Oysa her şey yolunda gitmişti, istediğim gibi. Metro çıkışında ayrılmıştım karımdan. O, Hazar’ın dibine çakılmış demir direkler üzerinde yükselen “Neft Taşları” kasabasındaki araştırma gemisine gitmişti, bense hastanedeki rutin tedavime değil, dedemin kaldırımlarını adımlayarak sahile doğru ilerlemiştim. Üstümde uzun kollu bir gömlek vardı. Göçmüş avurtlarımın üstünden birer kaya parçası gibi yükselen elmacık kemiklerimi, yüzümü kaplayan iri pörtlek gözlerimi kapatsın diye kıvırcık saçlarımı alnımdan aşağı dökmüştüm. Sahil, sabah güneşini karşılayan insanlarla doluydu. Kimselerle göz göze gelmesem de, insanların hortlak görmüş gibi hayret dolu bakışlarını üzerimde hissetmiştim. Yoksa bana mı öyle gelmişti? Bilemiyorum. Birbirine sürten eklemlerimin takırtısı kulağımda, sancısı şakaklarımda zonklayarak kendimi suya bırakacağım kaldırıma kadar gelmiştim ama kalbim bir adım daha atmama izin vermeyecek denli hızla çarpıyordu. O anda hiçbir hamle yapmama gerek kalmadan dengemi kaybettiğim gibi denize yuvarlanışımı yukarından izlemiştim kayıtsızca. İliği kurumuş iskeletimin el kol atarak su üstünde debelenmesini de. Dalgalar ana kucağı gibi birinin kolundan diğerinin kucağına derken, ıslak gömleğimden Poseidon’un üç dişli mızrağına benzer bir balıkçı yabasının ucunda denizden çıkarılıp kaldırımın üstüne uzatılıncaya kadar sürmüştü kendimi izleyişim. Sonrasında genzimi yakan o tanıdık ispirto kokulu hastane odasında lanetler yağdırmıştım kaderime. Seher telaşlıymış gibi “geçti, geçti” diyerek yatıştırmaya çalışmıştı beni. Şevket de. Yine o vardı karımın yanında. Seher yalnız değildi…

Bu gece, başarısızlığımdan beslenen anıların ruhumu ele geçirmesine izin veremem. Karanlık koridorda gelişigüzel adımlarla ilerleyip odaya geliyorum. Karım ona hazırladığım yılbaşı sürprizinden habersiz uyuyor. Yorganı aralayıp yanına yatıyorum. Gözlerini açıyor. “Sabah olmuş, uyumadın mı hâlâ?” Arkasını dönüp tekrar uyuyor. Umursamazca. Haklı… İskelet kadar zayıf bir adamı hangi kadın ister yanında! Sol dirseğimin üstüne kalkıp uyuyan Seher’in yüzündeki masumiyeti son kez hafızama kazımak istiyorum. Yüzünde dolaşan nefesimden rahatsız oluyor. Yoksa bana mı öyle geliyor? Kafam karmakarışık. “Uyu” diyor sertçe. Başını yastığın altına gömüp erkenden kalkacağım gibi bir şeyler söylüyor boğuk sesle. Kalkıp banyoya giriyorum. Banyo dolabının üstündeki maket bıçağının keskin tarafı kadar gerginim. Nabzım hızlanıyor, akacak kan damarda durmaz. Mecrasından çıkmak isteyen hırçın akışı tüm uzuvlarımda hissediyorum. Bıçağı bileğime yaklaştırmadan içimden saymaya başlıyorum istemsizce. Ardından “Bekle sabah olsun, bekle Seher gitsin” diyerek bıçağı usulca yerine koyuyorum.

Eski yılın son sabahı karlı bir güne uyanıyor şehirde. Seher hazır. Başında beyaz yün bere, üstünde eski, siyah bir manto. Botlarını giyinirken “Bugün erken gelirim Hikmet” diyor nefes nefese. Gitme diye bağırmak istiyorum ama yapamıyorum. İnsan bazen içindeki çığlıkları en yakınına duyuramayacak kadar çaresiz olabiliyor. Benim gibi. O anda kapının zili çalıyor, açılan kapıyla birlikte üşümüş bir boğazdan çıkan kaba bir ses, “Acil posta” diye boş koridoru dolduruyor. Yırtılan zarfın kıtırtılarından sonra Seher “kurtuldun Hikmet” diye çığlık çığlığa ağlayarak odaya koşuyor. Zarfın içindeki kâğıtta yazılı rakamı gösteriyor, “Bu, ameliyat için yeter de artar bile!” İnanmıyormuş gibi tekrar tekrar okuyor mektubu. Yeni doğmuş bebekler kadar tepkisizim konuya. Dedemin kaldırım inşaatından ödenmemiş el emeği, yetmiş yıllık gecikme faiziyle birlikte rüyamda bile göremeyeceğim kadar büyük bir meblağa dönüşüp hayatımı kurtarmak üzere Alman konsolosluğunda beni bekliyor. Çıldıracağım. “Bir yanlışlık olmalı!” diye bağırıyorum olan sesimle. Seher ceryana tutulmuşçasına titreyen vücuduma sarılarak mühürlü zarfı ellerime tutuşturuyor. “Dileğim kabul oldu. Bu yıl bizim yılımız olacak Hikmet!” diyerek gözyaşlarıyla ıslanmış yüzünü koynuma gömüyor. Samimiyeti, içimdeki kuruntuların karanlığına çarpan yıldırım sanki… Mahcubiyetimin ezikliğiyle “Özür dilerim” diye fısıldarken yeni yılda belki de yeniden doğuşuma sevinemeyecek kadar bitkinim hâlâ. “Hayat, bazen bitti dediğin yerde kupkuru kaldırım taşını çatlatıp filizlenen arsız bir ot gibi şaşırtabiliyor insanı.” Hangi kitaptan alıntı olduğunu hatırlayamadığım bu cümle kafamın içinde tekrarlanıp dururken, hüngürtülerim kulaklarımda çınlıyor. Kim demiş, erkekler ağlamaz… Hem de yılbaşı çiçeklerinin goncaları patlarken!