Soğuk bir kış akşamı. Gün, gökyüzünü sarıya boyayarak batmaya hazırlanıyor. Göğü delen evler, ofisler yapmanın moda olduğu günümüzde mecburen yaşamaya mahkûm edildiğimiz, deniz seviyesinden yüzlerce metre yükseklikteki “modern’’ evimin, şehre tepeden bakan manzarasından ufuktaki sarılığın kızıla dönüşmesini izliyorum. Dakikalar içinde bu kızıllık, yerini kar tanelerinin çizgileriyle parçaladığı bir karanlığa bırakıyor. Sabahtan beri aralıklarla kar yağıyor, iri iri tanelerle. “Modern’’ şehrimizin karla başa çıkamayan trafiğine yenilmemek için işten erken çıkmıştım. Yerlerde, çatılarda, tek tük kalmış ağaç dallarında biriken kar, sokak lambaları ve şehir ışıklarıyla birleşerek geceyi aydınlatıyor. Lambayı ve televizyonu açıp, televizyonun karşısındaki kanepeye uzanıyorum. Ev yeni yeni ısınıyor. Kanepedeki kareli battaniyeyi üzerime çekiyorum. Yemeği de fazla kaçırmışım galiba. Haberler başlıyor. On beş dakikalık trafik kazaları haberlerinden sonra;

Avustralya’da günlerdir devam eden orman yangınları yerleşim yerlerini tehdit etmeye başladı” diyor spiker, göğü yalayan alev görüntülerinden sonra, çocuklarını ve hayvanlarını arabalarına yerleştirip evlerini terk etme telaşına düşmüş insanların görüntüleri ekranı dolduruyor.

Çıtırtılarla yanan ağaçların sesi sanki odamda, dumandan boğulacak gibi oluyorum. Arkamı döndüğümde kendimi yanan ormanın içinde buluyorum. Dalları alevler içinde, gövdeleri kapkara olmuş, aşağıdan bakınca göğe kadar uzanan ağaçlar, birbiri ardına yere devriliyor büyük gürültüyle, sadece elli metre ötemde. Şoktayım. Hangi tarafa kaçacağımı bilemiyorum. Birden hayvanları takip etmem gerektiği geliyor aklıma, seyrettiğim belgesellerden hatırladığım kadarıyla. Öyle ya onların içgüdüleri kuvvetliydi değil mi? Ceylanları görüyorum sağ tarafımda, benden yirmi, otuz metre kadar ileride, onların peşinden koşmaya başlıyorum. Maymunlar bizim önümüzde daldan dala atlayarak ilerliyorlar. İki kaplumbağa görüyorum biraz ötemde, eğilip onları kucağıma alıyorum. Hemen başlarını ve ayaklarını içeri çekip saklanıyorlar. Sanki kendileri ortada yok ve ben onların sadece evini taşıyorum gibi. Nasılsa hızımı kesmeyecek kadar küçükler. Arkamızdaki cehennem kızıllığı ve sıcaklığı, ara ara esen sıcak rüzgârla ensemi yalıyor sanki“Daha hızlı koşmalısın!’’ diyorum kendi kendime. Daha hızlı koşmaya çalışıyorum ama dumanın yorduğu ciğerlerim ve modern şehrin hediyesi kondisyon fakirliğim sebebiyle nefesim kesiliyor. Durup nefes almaya çalışıyorum. Birden, ortalıkta hiç insan olmadığını fark ediyorum. Yangınlara karadan da müdahale edilir benim bildiğim. Ağaçlar kesilir, bir boş hat oluşturulup yangının yayılması engellenir. Sadece ara ara yangın söndürme uçaklarının sesi duyuluyor.

Nereye doğru gittiğimi bilmeden hayvanları takip etmeye devam ediyorum ama sanki yangın da bizi takip ediyor gibi. Şöminenin başında zevkle dinlediğim melodi gibi gelen o çıtırtılar şimdi kâbusum oluyor. Duman hem boğazımı hem de gözlerimi yakıyor. Nefesim kesiliyor, durmak zorunda kalıyorum. Eğilip öksürmeye başlıyorum. Tekrar arkama baktığımda, yangından biraz da olsa uzaklaştığımı fark ediyorum. Yola devam etmeliyim, böyle bir sıcakta, esen rüzgâr yangından getirdiği kıvılcımlarla yeni yangınlar çıkarabilir. Bir göl, bir nehir ya da deniz buluncaya kadar devam etmeliyim diye düşünüp tekrar yola koyuluyorum. Zaten ceylanları neredeyse kaybedeceğim, arayı epeyce açtılar. Arada bir tanesi durup geri bakıyor beni bekler gibi. Kucağımdaki kaplumbağalardan meraklı olanı arada bir başını çıkarıp etrafını kolaçan ediyor. Sanırım ürkek arkadaşına nerelerde olduğumuzu söylüyor ki, diğeri kafasını bile çıkarmıyor. 

Koştukça ormanın karanlığı biraz daha açılıyor gibi geliyor bana. Daha çok koşuyorum ve nihayet ağaçlar bitiyor, gözümü kısmama sebep olan parlak bir güneşle ve sıcaklıkla karşı karşıyayım. Bu seferki başka türlü bir sıcaklık, yaz güneşinin kavurucu sıcaklığı, ki buna çoktan razıyım. Birkaç adım daha atınca su sesi duyar gibi oluyorum. Çöldeki serap mı acaba? diye düşünürken bir yılan gibi kıvrılmış o maviliği görüyorum. En güzel besteler bile bu serinletici sesin verdiği mutluluğu veremezdi bana. Kurtulmuştuk. Fakat o da ne! Ormanı ikiye bölen nehir, bulunduğumuz yerden neredeyse yirmi metre aşağıda. Hayvanlar o yokuştan aşağı kayarak inmeye başlıyorlar. Daha önce nehir kıyısına ulaşanların bir kısmı da nehri yüzerek geçmeye çalışıyor. Kaplumbağalar hâlâ kucağımda, daha rahat inebilecek bir nokta arıyorum ama hayal kırıklığı… Yine en iyi yer, hayvanların kullandığı daha az kaya olan yumuşak topraklı ilk gördüğüm nokta galiba. Oraya geri dönüyorum. Önce yavaşça kaplumbağaları gönderiyorum nasılsa onları evleri korur. Onların aşağı inişlerini gördükten sonra kendimi bırakacağım bu toprak parkura.

Üzerimdeki tişört ve şort nedeniyle bacaklarımın ve kollarımın yaralanacağını biliyorum ama tek kaçış yolum da nehre ulaşmak. Ayrıca çok da susamıştım. Kendimi toprak zemine bırakmak için gözlerimi kapatıyorum ama sanki boşlukta uçar gibi düşüyorum. “Hayır, hayır’’ diye inleyerek uyanıyorum.

 Ter içinde kalmışım. Hava durumunu anlatan spiker “Bütün yurdu etkisi altına alan karın, İstanbul’da yarın da etkili olmaya devam edeceğini’’ söylüyor. Boğazıma kadar örttüğüm battaniyeyi açıp oturuyorum. Sehpadaki sürahiden bir bardak su doldurup içiyorum. “Oh çok şükür rüyaymış’’ deyip rahatlıyorum ama ellerimin arasına aldığım başım zonkluyor, kalbim hâlâ koşuyormuşum gibi güm güm atıyor. Başından sonuna tekrar hatırladığım rüyam sayesinde, bizden uzak olduğu sürece hiç umursamadığımız, dünyamızın dengesini bozan olaylardan biri olan, dünyanın akciğerleri ormanların yanışına yakından tanık olmanın acısını yüreğimde hissediyorum.