Deniz kenarındaki uzun bir tahta parçasına, gri sandaletinin ucuyla basıp, bedenini ileri geri doğru sallıyordu. Rüzgârın dağıttığı kumral saçlarını elleriyle geriye doğru attıktan sonra, karşısındaki ufkun bitim noktasına bakakaldı. Bir insanın ufku nereye kadardı? Belki de o ufku belirleyen yaşanmışlıklar, verilen kararlar, tercih edilen bir hayatın sorumluluklarıydı.

 

İnsanın beyni, çok boyutlu bir evren gibiydi. Doğanın parça parça duran, kahverengi dağınıklığı kendi içinde bir bütün oluşturuyordu, bir ahenk, bir ritim… Sinem’in çok boyutlu evreni de, doğa gibi parça parça bir dağınıklığı barındırıyordu içinde. Kendince oluşturduğu sahte sığınakları da, çoktan söylenmiş, bitirilmiş şarkıları söylüyor ve madde dünyasında soğuk gerçeklikleri çarpıyordu yüzüne. Sığınakları genelde aidiyet duygusunu sevmeyen, bağlanmaktan kaçan insanlardan oluşuyordu. Neden böyle insanları seçiyordu, bu nasıl uğursuz bir talihti?

 

Bir süre sahil boyunda, iç sesler korosuyla beraber yürüdükten sonra bir çay bahçesine girdi. Eski ahşap masaya boynundan çıkardığı beyaz çantasını ve güneş gözlüğünü koydu. Kavurucu bir sıcak vardı. Bahçenin asmalarla çevrelenmiş direklerindeki fıskiyeler, biraz olsun boğucu sıcağı dağıtıyordu.Sinem hemen, kendine soğuk bir limonata söyledi. Dün gecenin tesiri altından çıkamamıştı hala.

 

Karmaşık Çin kutusu gibi, onu şimdinin oluş sağanağından kaçıran kısa yaz gecesi; gizemli bir olayı beraberinde getirdi.Dün akşam iş çıkışı evine gelip, sabahtan pişirdiği taze fasulyeyi ısıttı. Günlerdir ev yemeği yemiyordu, özlemişti.Sofrayı balkondaki bambu masaya kurdu.

 

Işıklı evlerin balkona taşınan sesleri, dışarıdan geçen sivrisinek ilaçlama arabasının hoparlöründen gelen bayanın sesi, geç saatlere kadar dışarıda top oynayan gençlerin bağrışları ve bahçeden eksik olmayan cırcır böceklerinin sesi…  Hepsi Sinem’e terk edilmişliğin sesini hatırlatmamak için sözleşmiş gibiydiler. Yemeğini yedikten sonra sofrayı topladı. Buzdolabından kendine soğuk su çıkarırken, eski nişanlısıyla Büyükada’dan aldıkları İtalyan karameli aklına geldi. Küçük ayaklı dondurma kâsesine, dolaptan çıkardığı dondurmadan iki kaşık koydu ama küçük bir kaşıktan daha fazlasınıyiyemedi. Gözleri doldu. Gözüne toz kaçmamıştı! Gözüne, benliğine ayrılığın acısı yayılmıştı. Balkonda oturdu, bir süre telefonuyla oyalandı. Sıcağın etkisiyle erimişmavi karamelin bulunduğu kâseyieline alıp, tezgâhtaki bulaşık olan tabakların yanına indirdi.

 

O an bir sesle irkildi. Koridora doğru yöneldi. Bir baktı ki, çelik kapı açık ve hafif rüzgârın etkisiyle, bir ileri bir geri gidiyor. Sinem afalladı, kim var orada?Diye sordu. Elleri titremeye başladı. Şaşkınlıkla karşı komşunun ziline bastı. Ama kapıyı açan olmadı. Ara koridorun ışığı da günlerdir bozuk olduğu için, karanlıkta kalan Sinem daha çok korktu…

 

Hayır! Eve girerken dış kapıyı kapattığına emindi. Nasıl oldu da açılmıştı? Cesaretini toplayarak odalara doğru;kim var orada? Diye seslenmeye devam etti. Arka tarafa gidemedi, anahtarı ve telefonunu eline alıp kapıyı açık bıraktı. Hızlı adımlarla üst kattaki komşusu Füsun’un dairesine çıktı. Füsun, yüzü kireç gibi olan, perişan bir halde zangır zangır titreyen Sinem’e ne olduğunu sordu. Sinem olanları sesi titreyerek anlattı, Füsun ile beraber aşağı indiler. Biri eline bıçağı, diğeri merdaneyi alarak her tarafı kontrol ettiler. Ama evde olağan dışı bir ize rastlamadılar. Füsun, Sinem’e dalgınlıkla kapıyı açık bırakmış olabileceğini söyleyerek onu sakinleştirmeye çalıştı. Sonra da pijamalarını, yarın işe giderken giyeceği kıyafetlerini alarak,kendisinde kalmasının iyi olacağını söyledi.

 

Füsun, bankada çalışıyordu ve ev arkadaşı izindeydi.İkisi o akşam, bu garip olay üzerine akıl yürüttüler ama mantıklı hiçbir şey bulamadılar. Eve girer girmez, kapıyı alttan ve üstten kilitlemenin en doğru önlem olacağına karar verdiler. Oturma odasındaki çekyatta uyuyakalan Sinem, bir kâbus sonrası gözlerini açtı. Atleti ter içinde kalmıştı. Rüyasındaki görünmez bir ruh;evinin kapısını açtığını ve bu evde kalan eski anılarını almaya geldiğini söylüyordu.

 

Sinem bir korku çığlığıyla uyandı, sonra da gözüne uyku girmedi. Saat sabahın beşiydi. Pencereden dışarıya doğru baktı, yeniden uyumaya çalıştı, ayrıldığı nişanlısı Barış’ı düşündü. Evi aklına geldiğinde belirsiz bir korku zihnine doğru hücum etti.

 

Sabah çağrı merkezine vardıktan sonra annesini arayacak ve yanına gelmesi için onu ikan etmenin her yolunu deneyecekti. Füsun odasında uyuyordu, altı buçuk gibi kalkacağını söylemişti. Hazırlandı, çay suyunu ocağın üstüne koydu.Arkadaşı uyandıktan sonra kahvaltı ettiler. Aşağıdaki otoparkta birbirlerine veda ettiler. Sinem, çağrı merkezindeyken molada annesini aradı. Üç saatlik uzaklıkta yer alan memleketini bırakıp yanına gelmesini istedi. Annesi onun ısrarına dayanamadı.

 

Garson Sinem’e yaklaşarak:

– Soğuk bir şeyler daha almak ister miydiniz? Diye sordu.

Hafızasının gri harabelerinde yaşananlar bir bir sıralanırken, bu kalın sesle birden irkildi Sinem! Apar topar şimdiye döndü. Saatine baktı. Annesinin otobüsü neredeyse otogara varmak üzereydi.  Garsona teşekkür etti ve hesabı ödeyerek, çay bahçesinden ayrıldı.

 

Arabaya yanaşırken telefonunun şarjının az kaldığını fark etti. Arabanın kapısını açtı, eğilip torpidodan şarj aletini çıkarırken, orada bitmiş küçük Brendi şişesini gördü. O an zihninde çakan bir şimşekle evvelsi gün, eve gelmeden önce şişeyi bitirdiğini hatırladı. Zihni dondu sanki. Kısa bir duraklamadan sonra,brendinin etkisiyle dış kapıyı tam kapatmamış olabileceği ihtimalinin gücünü hissetti.