Sokağa çıkma yasaklarında daha iyi anladım. Evimin hemen karşısında bir park olduğu için şanslıyım. Bugünlerde sokağa çıkamazken pencereye daha yakın durur oldum, durduğum yerden oradaki çınar, ıhlamur, erguvan, erik, çam gibi türlü ağaçlarını görebiliyorum. Bu parkta yaptım sabah koşularımı, akşam yürüyüşlerimi. Bir zamanlar sadece spor yapıp zinde ve sağlıklı kalmaktı amacım. Karantina günlerinden sonra parkın bedenimi sağlıklı kılmaktan ziyade ruhuma iyi geldiğini, teskin edip sakinleştirdiğini fark ettim. Parka sadece, onun ruhumla yaptığı hasbihâl için gider oldum. Yavaş yürüyüşlerimde bu sınırlı doğa parçasının bana nüfuz etmesine izin verdim. Her bir ağacının gölgesine sokuldum, çalılarının kuytusunda durdum, yüksek dallarına gizlenmiş mayıs kuşlarını görebilmek için susup bekledim. Bu kadarcık bir doğa alanı tesellimdi, oradan çıkınca cehennem. 

Bir süre sonra kendi zamanıma değil onun zamanına ayarladım kendimi. Güneşin solmakta olan ışıkları nasıl bir turuncuya boyuyordu yeşil yaprakları. Günbatımlarındaki değişimi görmek için ona koştum. Ayın dünyaya en çok yaklaştığı akşamlarda, kocaman ve kırmızı, kanlı ay dedikleri zamanda, o ay benim bahçeme hangi gölgeleri düşürüyordu, merak edip bakmak için yürüyüşe çıktım. Bahar yağmurlarını taşıyan bulutlar parkımın üstünden geçerken dalların arasından görünen boşlukla nasıl çerçeveleniyordu. İstanbul’un meşhur, kuvvetli ve ılık lodosu, benim parkımın ağaçlarıyla nasıl oynuyordu. Başka ağaçların benzemez yaprakları nasıl hışırdıyordu poyrazda, rüzgârın ona ne yaptığını görmek için onunla birlikte dolaştım.

Bir köşe yazarı vardı eskiden kızardım ona, dünya yıkılırken adam durmadan kendi bahçesini anlatıyor diye. Sonra ben de gündelik politikadan kaçmaya çalıştım. Tamamen değil elbette. Ancak fark ettim ki benim küçücük hayatımın sınırları dahilinde gündelik politika değişmezliğiyle değirmen misali öğütüyordu beni. Köşe yazarı sadece bahçesindeki doğayı seyretmeyi iş dinmiş, ondaki değişimlerle hayat arasında paralellikler kurduğu iddiasız gözlemlerini okurla paylaşmıştı. Artık ona kızmıyordum. Ben de izliyordum, şehrin ortasındaki yalnız ağaçları, salgın günlerinde parklara geri gelen, seslerini daha çok duyduğum mayıs kuşlarını.

Karantina günlerinde ilk önceleri ölüm düşüncesini kafamdan atamıyordum. Benim ölümüm, sevdiklerimin, ailemin, dostlarımın, çaresiz insanların ölümü. Elime aldığım kitapların sayfalarındaki satırlarda yukarı aşağı gidip geliyordu gözbebeklerim. Derin nefesler alma ihtiyacı hissediyor, başladığım işleri yarım bırakıyor, uykularım bölünüyor, yapmakta olduğum işleri unutuyordum. Çağdaş oyun yazarları üstüne okumalar yaptığımız bir atölyemiz online devam etti. Ancak ben herhangi bir oyun ya da öykü yazma motivasyonu duymuyordum. Bu hayati değildi. Öncelikli olan hayatta kalmaktı. Ayrıca sanatta, tiyatro oyunlarında bundan sonra nasıl bir yön değiştirme ve sapma olacaktı. Bunları öngörmek şimdiden mümkün olmasa da huzursuz bir merak içimi kaplıyor, bilme ihtiyacı beni daraltıyordu. Zaten belirsizliktir insanı tekinsiz kılan, insan bilme, tanımlama, kategorize etme, sınıflama güdüsüyle doludur çünkü bu primatlardan beri bizi hayatta tutan olgudur. Bütün bir uygarlık bunun üstüne kurulmuştur belki de.

Sosyal medya toksik bir yer, insanı zehirliyor. Farkında olmadan tek tipleştiğimiz kimliğimizi yitirip aynı esprilere gülen, aynı şiirleri okuyan, aynı şarkıları dinleyen bir kalabalık kitleye dönüştüğümüzü gördüm. Bu bir kolektifin, aynı hedefe odaklı çalışma yapan bir grubun parçası, bileşeni olmak gibi tatmin edici aidiyet katan bir varoluş değil. Dev bir organizma, birlikte kabaran, taşkınlaşan, nefes alan, içinde yer alamazsanız sizi korkutacak, yutacak, devasa bir organizma. O yüzden mi beğenmeden beğeniyor, onun tehdidinde hedefinde olamamak için gönderileri okumak zorunda kalıyoruz. Başlarda sosyal medya takibi haber kaynaklarımın arasında olsa da bu devasa organizmanın içinde kendimi kaybetmekten, yitip gitmekten korkarak yalnızlığıma geri çekildim. Bunu göze aldım ve göze alan insanlara da saygı duydum. İnsan yalnızlığa geri çekilmeyi bilmeli ki, sonra kalabalıklara karıştığında kendini yitirmesin. Organizmaya teslim olduğunuzda bireysel aydınlık zihninizi terk edip onunla nefes alıp vermek ve o bütüne uymak zorundasınız ve bu özgürlüğün kaybı demek. Onunla beraberken daha çok korkuyordum, o dev yaratığın korkularını duyuyordum. Belirsizlik ve kaos dönemlerinde, henüz virüs hakkında bildiklerimiz, araştırmalarımız çok azken alandaki bilimsel literatürün boşluğunu komplo teorileri kaplıyordu. Sosyal medyadan ben uzaklaşsam da en yakın dostlarım komplo teorilerinden bahsediyordu durmadan.

İtalyan Berardi’nin günlükleriyle, virüs salgınını, pandeminin dünyaya neler yaptığını, bundan sonraki hayatımız hakkındaki görüşlerini, sistemi sorgulamasını takip etmeye çalıştım. Ben de kötümserlerin tarafındaydım, dünya salgın sonrasından otoriterleşerek, teknofaşist bir düzlemle çıkacaktı.

Herkes gibi pandemi yüzünden duran ekonominin, kalkmayan uçakların, yanmayan petrol yakıtlarının olmadığı bir dünyada, ufacık bir aralıktan kendini gösteren yabanıl hayatın hayvanlarını heyecanla ama içim acıyarak izledim. O denli Antroposen merkezli bir zamandayız ki ancak bu görüntü bile çoğumuzu sirk hayvanlarına bakmak kadar eğlendiriyor. Alkış, ne güzel kuşlar, geyikler, porsuklar, yaban domuzları karantinadaki kentin sokaklarını sinmiş. Ne güzelmiş, doğa kendini tamir ediyormuş. Öyle bir şey yok. Bu eğlendiğimiz bir film gösterisi değil. Berardi’ye katılıyorum, normale dönmeyi hedeflememeli, normalin ne olduğunu üzerine düşünmeliyiz.    

İlk zamanlarda yataktan kalkıp işe gitmekte zorlanıyordum. Evden çalışabilen bir kısım ayrıcalıklı azınlık vardı. Boş sokaklardan işe yürüyerek gidip gelirken (ki ben de toplu taşıma kullanmadığım için şanslıydım) rüzgârın ıslığını hazla duyuyor, yine de korunaklı evlerinin duvarları içindeki azınlığa neredeyse öfke duyuyordum. Duygum terk edilmek gibiydi. 

Başından, ilk günden beri ‘aynı gemide olmak’ ve ‘virüs zengin fakir ayırt etmiyor, başkanları bile vuruyor’ söylemlerine zerre itibar etmedim. Toplu taşıma kullanmak zorunda kalan yoksullar, kalabalık yerlerde sağlıksız koşullarda çalışmaya devam etmek zorunda kalan işçiler, mülteci kamplarında temiz gıda ve içme suyuna, barınmaya sahip olmayan göçmenler, evinde kalabilen azınlığın ihtiyaçlarını karşılamaya devam eden hizmet sektörü çalışanları, ve tarlalardan ürünü hasat etmek zorunda kalan tarım işçileri, daha bir adet bile solunum cihazına sahip olmayan sahra altı Afrika ülkeleri, köylerine dönebilmek için kilometrelerce yol kuyruğuna giren Hindistanlı fakirler.. Emeklerinin karşılığını ödeyemeyeceğimiz meslektaşlarım, sağlık çalışanları…              

Çılgınlık bu diye düşünüyordum hâlâ dünyanın bir yerlerinde askerler savaşmaya devam ediyordu. Yaşam duruyor savaşlar durmuyordu!               

Açık Radyo dinlemeye daha sıkı sarıldım. Hayatla baş etmekte zorlandığımız anlarda küçük rutinlere, alışkanlıklara devam etmek tam olarak melankolik bir eylemsizlikten alıkoyuyor insanı. Bu yüzden insanlar dizi ve televizyon izliyor. Ben radyo dinleme alışkanlığımı sürdürdüm. Albert Camus’nün Veba romanını takip ettim Ömer Madra’nın sesinden. Tam olarak veba salgını içindeki bir kentin insanlarının nasıl olup da günümüzle bu kadar isabetli kurgulanmış oluşuna bir kez daha hayran kaldım. Sanat ve edebiyat ölümlü varlığımızın tek tesellisidir belki de. 

Dostlarımı, ailemi, sevdiğim insanlara dokunmayı kucaklamayı özledim, burnumda tüttüler. İnsanın sosyal bir varlık oluşunu net olarak kavradım. Zoom toplantıları, toplu watsap grup görüşmeleri yaptım herkes gibi. İşte olmadığım zamanlar hep evdeydim ve dolayısıyla çevrim içiydim, kaçarım yoktu. Yan yanayken konuşamadıklarımı, ifade edemediklerimi paylaştım arkadaşlarımla, salgınla yüzleşme bizleri cesur kılmış olmalıydı.  Güçlü görünmeye çalışmadan birbirimize baktık, ‘bizim büyük çaresizliğimizin’ bizi buluşturduğu noktaya. Orada buluşmak ve onlara sevdiğimi söylemekten çekinmedim. Bazen akrabalarımın görüntülü aranmalarından, toplantı davetleri almaktan yılmadım dersem yalan olur. Evde kalmak sürekli ulaşılır olduğunuz yanılsaması doğuruyor biraz da. Oysa evde de olsam kapandığım, kendimle kaldığım anlar var. Ve evde olmak, sınırsız bir zamana sahip olduğum duygusu güzel bir histi belki ama zamanı planlamama engel oluşturuyor, boşa vakit geçirtiyordu. Boşa mı dedim. Hayır, zamanın sakin yavaş ve zamanın benle değil beni almadan, kıyıda bırakarak önümden akıp geçen bir ırmak gibi akışını izledim.  

Yalnız yaşayan bir arkadaşım, her hafta sonu yürüyüşlere, doğa gezilerine, fotoğraf aktivitelerine katılan kız arkadaşım bir itirafta bulundu. Aslında tüm o meşguliyetlerinin, yapılan onca faaliyetin ve eylemliliğin kendi yalnızlığını duyumsamamak için yaratılmış etkinlikler olduğunu, bu süreçte evde kalmanın da o denli dayanılmaz olmadığını ve bununla baş edebildiğini fark ettiğini. Kendimize icat ettiğimiz onca faaliyet alanı hangi ruhsallıklarımızın üstünü kapatıyor diye örtü çekip bakabilenler oldu.

Başka bir arkadaşım karantina günlerinde aile olarak harcamalarının nasıl da azaldığını, en büyük yekunu tutanın hep birlikte dışarda yedikleri yemekler olduğunu söylediğinde şaşırmadım. Etrafımdaki çoğu insan alışveriş yapmayı durdurmuştu. İhtiyaçlarımızın ne olup olmadığı, önceliklerimizin sıraya konması da düşünülmesi gerekli alanlardan biriydi.  Tüketmek daha çok tüketmek, hep bize ait kılmak, en çok gezmek, en iyi yemek, en iyi yaşamak hırsını gözden geçirmeli. Milyonlarca insanın çaresizliğini, açlığını yoksulluğunu duyumsadık mı ve bütün bunlara rağmen tek başımıza mutlu olabilir miyiz? Dünya yanarken bahçeli villalarımızda ne olursa olsun mutlu olmaya devam edebilir miyiz? Düşünmeye değer… 

Hayatın türlü alanı hakkında konuşmayı sevdiğim, düşünme biçimini, ulaştığı sonuçlarını merak ettiğim bir başka arkadaşım, uzun zamandan sonra salgın günlerinde ilk kez dinlenmiş hissettiğini, iş yükü azaldığı için daha önce düşünmeye fırsat bulamadığı geçmişi ve oraya döndüğünü, daha çok hatırladığını ve dostlarını düşünmediğini fark ettiğini ve düşününce onları özlemiş olduğunu anlattı. Bazılarını tekrar aramak istemiş. Muzipçe ben de dedim eski aşklarımı ve onları aramayı düşündüm. Kahkahalarla güldük, ama dedi, bu kısım tehlikeli. Evliydi ne de olsa çoluk çocuk, aşkları arkasında bırakmıştı. 

Şimdi yeniden parktayım. Bir gece vakti, sokağa çıkma yasaklarında mayıs ayının çiçek kokularıyla sarhoş halde, onları derin derin içime çekerek görünmeden usul bir yürüyüşe geçtim. Amacım yürüyüş değil sadece gecenin kokularına, duyumlarına kendimi bırakma isteğiydi. Boşluğun sessizliği kendimi ona bırakmama imkân tanıyor, karantina günlerinin bir faydası daha diye düşündüm. Doğanın, evrenin bir zerresi olduğumu, onun içinde, sınırlanmış bedenimden azade kalıp sınırsız olduğumu, kaybolduğumu hissetmek istediğim anlardan biriydi.  İkimiz, ben ve içindeki canlılarla park. Kediler vardı sağda solda. Ağaçlara tırmanıp indiler. Köpeklerimiz her gece yaptıkları gibi sokağın iki başını yabancılara karşı korumak üzere tutmuş olduklarından parkta değiller. Parkurun ortasındaki yeşil alanda önce hışırtılar sonra da hızlı hızlı solup alıp verildiğini duydum. İlk kez böyle bir soluk duyuyordum. Sonra onu fark ettim. Korkmuş gibi. Küçük, büzülmüş, kafasını görülmemek üzere kendine gömmüş kırçıllı siyah beyaz sevimli bir kirpi. Yanında durmamdan ürkmüştü. Rahatsız etmemek için yavaşça uzaklaştım. Sonra bir tane, bir tane ve bir tane daha. Oh dedim. Çoğalın. Bu sade insanların hakkı değil ya. Ve bir kirpiyle paylaştığım bu gece bana o kadar güzel geldi ki. Eskiden bu parkta gördüğüm, sağda solda gördüğüm ölçüsüz, gürültücü insanlardan daha güzel. Az ilerde kedinin biri yerdeki bir şeyle ilgileniyordu. Yanına gidip ne olduğuna baktım. Ufacık bir semenderi patisiyle bir sağa bir sola çeviriyordu. İlk kez görmüştüm bu semenderi de. Kedi avıyla oynuyordu, hayvan çoktan ölmüştü. Bazen sırf bu oyun güdüsüyle mi düşüyoruz avlarımızın, saplantılarımızın peşine. Oyun, varoluşumuzu ötekiyle test ettiğimiz bir eğlence aracı mı? Bir insan olarak benim peşine düştüğüm başka bir insanlarda benim için av olabilir mi? Aklımda deli deli fikirler, gülümseyerek eve döndüm.

Sabah bahçeden gelen klasik müzik sesine doğru balkona yöneldim. Bir süredir apartmanda oturan komşularım, özellikle yeni taşınan bir kadın sayesinde ve salgının da gazıyla büyük bir değişime uğradılar. Otlar içindeki bahçeyi temizlediler, çeri çöpü boşalttılar, kedilere kedi evleri koydular, ağaçları düzene koydular, çiçekler ektiler. Daha önce evin bu arka tarafındaki ortak bahçeye hiç çıkan olmazdı. Şimdi sokağa çıkma yasaklarında bahçeyle uğraşıp sosyalleştiler. Önceleri sessiz ve balta girmemiş bahçeme misyonerler talana gelmiş gözüyle baktım onlara, yüz vermedim. Yabanılı bozmuşlardı, yatak odamın hiç kapatmadığım perdelerini çeker olmuştum. Ama dayanamadım tabii. Karantinanın, yasağın, ruhlarındaki olumsuz etkilerini bir araya gelerek dayanışarak, bahçe meşguliyetiyle hafifletiyorlardı.  

Hem bazı değişimler size rağmen devam eder. Parçası olur ya da olmazsınız. Ama ilgisiz de kalamazsınız. Merhaba dedim hepsine günaydın.