Bir seksen boylarında, zayıf, geniş omuzlu biriydi. Ne iş yaptığını bilmem fakat bazı akşamlar omuzları çökük ve göz altları morarmış halde görürdüm onu balkondan. Ayaklarını sürüyerek, elleri cebinde yürürdü hep. Sokağın başına varınca bir ıslık çalar, haber verirdi sevenine, sevmeyenine. Aslında onu seven pek yoktu. Islık çaldığı an kapı kilitleri duyulur, birinci katta oturan bütün komşular ışıklarını söndürürdü. Çıkmaz sokağın birden kararması gözlerini yaşartırdı fakat o ıslığı yine de çalardı. Ona sorsan, ışık isterdi sadece. Işık. Komşulara sorsan ampulleri, sahiplerinden isteyerek çalan bir hırsız. Ya da  ampulü verene kadar camı veya kapıyı tıklatan bir deli. Biz ikinci katta oturuyorduk, hiç ampul vermedik ona. Fakat bizim evdekiler de garipserdi bu durumu, rahatsız olurlardı diğer herkes gibi. Genellikle komşular televizyon sesinden ıslığını duymaz, o tıklamalara başlayınca mecbur verirlerdi ampullerini. Verirken de “Başımızın, gözümüzün sadakası olsun”, “Sevaptır” gibi cümleler kurarlardı. Oysa bunlara hiç alınmazdı. Sadece karanlığa üzülürdü. Sokağın birden kararmasına.

Gelelim her şeyi kavradığımız o güne. O gün, sadece Nuriye Hanım ‘kaptırdı’ ampulünü. “İyi geceler” dedi ampulü verirken. Ardından kapıyı kilitledi. Ampulün sıcaklığına sarılıp gitti evine, yine balkondan izlemiştim onu. Onun ıslığını son duyuşumuzdu zaten o gün. Ertesi gün evinde kalp krizi geçirdiğini öğrenmiştik. Polisler bir mektup bulmuştu çekmecesinde, sanki hissetmiş gibi, ölümünden on üç gün önce bizler için kaleme almıştı:

“Gülmen Sokağı’nın güzel insanları; bugüne dek sizinle kurabildiğim tek iletişim, benden esirgemediğiniz sıcak ampullerinizdi. Bundan dolayı özür dilerim. Fakat evimde, perde arasından sokağı izlerken işittiğim sesleriniz, her gece benim yalnızlığıma sarıldı. (Bunun için sizlere binlerce kez teşekkür etmeliyim.) Evlerinize dahil olmak, -canlılık gerekmez- duvarınızdaki bir saat, masanızdaki bir biblo olmak istedim. Siz de tahmin edersiniz ki, sizden bunu talep edemezdim. Bu yüzden sizden sadece ışıklarınızı istedim. Mimiklerinizi görmenizi, kitaplarınızdaki cümlelerin altını çizmenizi, tüm dikkatinizle başladığınız o satrancı bitirmenizi, yemek tabaklarınıza “biraz daha koy” demenizi sağlayan o ışığı istedim. Sizin kadar sıcak, o ortama büsbütün ait olan ve aidiyeti asla sorgulanmayan o ışıklarınızı istedim. Bir ampul alabildiğim gecelerde heyecandan kalbim küt küt atar, koşar adım eve gelirdim. Eve gelince elimi yakmasını aldırış etmeden aldığım ampule sarılır, sizi nasıl aydınlattığını yere düşen gölgenize kadar hayal ederdim. Ben gelmeden önce ne konuştuğunuzu, neyle meşgul olduğunuzu düşünürdüm. Sizi en son ne yaparken aydınlattığını ve bundan sonra ne zaman, kimleri aydınlatacağını hayal etmeye çalışırdım. Sonra ampule bakar; nasıl birinin ürettiğini, hangi nalburun ya da marketin sattığını ve evinizin tavanına kimin taktığını düşünürdüm. Ben bunları düşünürken ışıklarınız teker teker açılırdı ardımdan. Bu beni mutlu ederdi çünkü uğraşlarınıza kaldığınız yerden devam ederdiniz. Ve ben çıkardığınız o sesler sayesinde, elimdeki sıcaklığa sarılır, derin bir uyku çekerdim. Mektubu bulduysanız, bunu devam ettirmenizi sizden isteyecek kadar hastayımdır veya son ampulümü koymuşumdur sandığıma. Sandık demişken; arka odada masanın altındaki üç sandıkta, sizden aldığım ampuller var. Sanırım -ve bilinçsizce- bir çeşit koleksiyoner oldum.
Artık nedenini biliyorsunuz. Belki deli dersiniz bana. (Gerçi bu zamana dek pek aklıselim davranışlar sergilemedim.) Belki de ne kadar büyük bir yalnızlık içerisinde olduğumu düşünürsünüz. Geçmişimde ararsınız bu kalabalık özlemimi. Hayatım adına herhangi bir şey bilmenize gerek yok. İnanın sizin hayatlarınızdan daha farklı hiçbir şey yaşamadım. Fakat bunu bir alışkanlık veya takıntı olarak da algılamamanızı isterim. Tüm ampullere, bir ressamın kendi tablosuna bakar gibi baktım. Her birine, içimin hangi ücra köşesinden geldiğini bilmediğim yoğun bir sevgiyle bağlandım.
Sizlere, Gülmen Sokağı’nın sıcak insanlarına, bir kez daha teşekkür ediyorum. Belli ki bir sona yaklaştım veya yolun sonuna çoktan vardım. Tıpkı bizim sokağımız gibi, hayatın da bir başka hayata çıkışı yok ne yazık ki. Kimseye bir küskünlüğüm yok. Sizlerden tek isteğim, mezarın karanlığına teslim olmamaktır” diye bitirmişti sözlerini. Onun ardından hepimiz, kaç gece sokağa masalar kurup oturduk hatırlamıyorum. Bize hem bu kadar yabancı, hem bu kadar bizden olabilmeyi nasıl başarmıştı, bunu da bilmiyorum. Fakat istediği gibi; mezarı ışıl ışıl.

“İnsan ağlatacak kadar güzel” der Bukowski. Hayatın güzelliklerine yükselişimin cümlesidir bu. Bizden tek farkı, olsa olsa budur.