“Köprünün ışıkları kırmızıya döndüğünde orada olmalısın”

Günlerdir kulağında tekrarlayan bu ses artık  günlük yaşantısının bir parçasıydı. Önce şaşırmış, etrafına bakınmış, sesin sahibini aramıştı.  Yalnız kaldığında, kalabalığın ortasında, diskoda, çalışırken, hep aynı ses. Aynı sözler, aynı tını, vurgular, hatta ses yüksekliği. Sanki bir teyp tekrar tekrar başa sarıyordu. Derin, otoriter bir erkek sesi. Kulaklıklarını takıp denedi, müzik dükkanlarındaki kabinleri denedi, hatta su altını denedi. Ses kesilmiyor, azalmıyordu. Sesle konuşmayı bile denedi. Ne istiyordu ondan? Kimdi? Aklını mı kaybediyordu? İnsanlar inanmazdı. Polise gidemezdi. Şimdilik kimseye söylememeye karar verdi. Kulaklarında o sesle bilgisayarda işlem yapmak, insanlara nazik olmaya çalışmak, hatta duş almak bile giderek zorlaşıyordu.

Bir psikiyatristle görüşmek en iyi çözüm olacaktı. Belki ilaç falan verirdi ve mesele kapanırdı. Ama bu süre içinde ilişkilerinde de bir tuhaflık olmaya başlamıştı. İnsanlardan kaçar olmuştu. Davetlere katılmıyor, sohbetleri gayret etse de dinleyemiyor, yaptığı günlük aktivitelerden, entelektüel ilgilerinden artık hoşlanmıyordu. Uykuları da bozulmaya başlamıştı.

Psikiyatristin odasındaydı. Psikiyatrist gözlerinin derinliklerine bakarak dinledi. Bir saate yakın konuştular.  İlaç vermedi, tekrar görüşmeye karar verip randevu oluşturdular. Seans üstüne seans olacağını biliyordu zaten. En azından yaşadıklarını yargılamadan dinleyecek biri vardı artık. O açıdan rahatlamıştı.  Sesle başa çıkabilmesi zordu. Şarkı söylemeyi denedi. Biri konuşurken, başka bir müzik dinlerken, dikkati dağılmadan şarkı söyleyebiliyordu. Şarkı söylerken sesin gücü azalıyor gibiydi. Bunu sürdürmeye karar verdi. Fakat işiyle ilgili ufak tefek sorunlar, yaratıcılığında ve odaklanmasında azalmalar hissetmeye başlamıştı. Şu sırada işini kaybetmeyi göze alamazdı. Zaten yerini almaya hazır atmaca gibi bekleyenlerin de farkındaydı. Patronla konuşmaya karar verdi. 

Patronun sekreteri her zamanki gibi gözlüklerinin üzerinden bakarak onu şöyle bir süzdü.  Orta yaşı çoktan geçmiş, kırlaşmış saçlarını topuz yapmış, koyu renk elbisesinin içinde ince, soğuk bir kadındı. Elindeki dosyaları raflara yerleştirmeye çalışıyordu. Ara, nazik olmaya çalışarak dosyalardan bir kaçını yerleştirmesine yardım etti. Bir taraftan da patronla görüşmesi gerektiğini, acil bir durum olduğunu söyledi. Sekreter kinayeli bir şekilde dudak bükerek, “Öğle yemeğinden sonra size kısa bir zaman ayırabilir. Bana sorarsanız geç bile kaldınız” dedi ve arkasını dönüp işine devam etti.

Sekreterin iğneli sözlerine takılacak durumda değildi. Yandaki küçük restorana gidip ufak bir şeyler atıştırması daha iyi olacaktı. Hatta küçük bir votka da iyi gelebilirdi. En azından konuşmanın baskısı azalırdı.  Saatine bakıp hesabı ödedi. Aceleyle işyerine döndü. Binaya o kadar koşar adım girdi ki, güvenlik bir durum mu var der gibi şüpheyle baktı, Ara  aldırmadı. İkinci katta yine sekreterin yanındaydı. Sekreter her zamanki soğuk ciddiyetiyle patronun kapsını açtı, buyrun sizi bekliyor dedi. Patron koltuğuna yaslanmış, ağzında purosu, önündeki stres toplarıyla oynuyordu. Onu görünce şöyle bir doğruldu. Ziyaretçisi şirketin kârlarına tavan yaptırmaya aday, deneyimli bir yöneticiydi. Son günlerde dağınık ve ilgisiz bir tutum sergilemeye başlamıştı. Bir iki toplantıya da hastalık bahanesiyle katılmamıştı. Merakla sordu. “Önemli bir durum yoktur umarım.” 

Kelimeleri dikkatlice seçerek yavaş yavaş konuşmaya başladı Ara. Başka bir şehirde yaşayan ailesiyle ilgili özel bir durum vardı ve bir süreliğine izin almak istiyordu. Şimdilik bir ay. Patron işlerin yoğunluğundan, yerini alacak aynı vasıfta başka birinin bulunmadığından, ekibinin zorlanacağından söz etti. Ara sabırla dinliyordu. İşi tehlikeye atmamak için bu süre içinde uzaktan danışman şeklinde çalışmasını önerdi patron. Yapacak bir şey yoktu. Kabul etti. Şimdilik bunu kopartabilmişti. Henüz işten atılmamıştı. Bu arada durumu çözmeye harcayacaktı enerjisini.

Zamanlama mükemmel olmuştu, çünkü çıkışta psikiyatristle randevusu vardı. Patronla olan yoğun stresli konuşmayı atlatmıştı. “Elde var bir” diye düşündü. Bakalım gerisi nasıl gelecekti.

Psikiyatrist bugün farklı bir yaklaşım denemeyi önerdi. Artık onun şizofren ya da halüsinasyon gören biri olduğu düşüncesini bir kenara bırakmıştı. Geçmişini, hayallerini, iş durumunu, özel hayatını hatta hobilerini tekrar tekrar sorgulamış, çapraz testlerde bir açık bulamamıştı. Beyin MR’ları ve nörolojik muayenesi hiç bir şey söylemiyordu. Olayın çözülmesi gerekiyordu. Bir teklifte bulundu. “Peki oraya gitmeyi denedin mi?” Bu farklı bir bakış getirmişti olaya. Neden daha önce düşünmemişti ki? O sadece bu sesten kurtulmaya çalışmıştı. Olmamıştı. “Deneyeceğim” 

İçini bir korku sardı. Sonunda sesle yüzleşmiş olacaktı. Bunu istiyor muydu? İsteseydi şimdiye kadar çoktan gitmişti köprüye. Ama hayır. O karanlık, belirsiz, tuhaf buluşmayı hiç istemiyordu. Psikiyatristten telefonla ulaşılır olma sözü alarak eve döndü. Küçük bir votka daha yuvarladı. Bir süre düşündü, sonra otoparka indi, dalgın dalgın kontağı çevirdi. Otoyola doğru sürdü. Kışın erken inen karanlığı ve hafiften serpiştiren kar taneleri misyonu iyice zora sokuyor, bilinmezlik zihninde dönüp duran sorularla yuvarlanarak çığ haline dönüşüyor, sanki uzaktan kumanda ile yönetiliyormuş duygusu benliğini sarıyordu. Ellerini direksiyona sıkıca yapıştırdı. Köprünün ışıkları uzaktan seçilmeye başlamıştı. Arabayı uzağa park edip biraz yürümeyi göze aldı. 

“Köprünün ışıkları kırmızıya döndüğünde orada olmalısın”

Kulağında bu sesle yaya yoluna ilerlemeye başladı. Kimsecikler yoktu. Geçen bir iki araba yanında yavaşladı, ama durmadan yollarına devam ettiler. Boğazın karanlık suları ve iliklerine işleyen soğuk vardı yalnızca. Köprünün ortasına gelip bekleyecekti… Işıklar değişiyordu. Yeşile, maviye, mora dönüşüyordu. Boğazın güzelliği karanlıkta bile derin duygular uyandırıyordu. Gece uykusunda ışıltılı bir kolye takmış güzel bir kadın gibiydi Boğaz. Ara gözlerini kapadı ve paltosunun yakasını kaldırdı. Şimdi o ses sanki daha yakındaydı. ”Köprünün ışıkları kırmızıya döndüğünde…” Ses hiç olmadığı kadar yüksek, hiç olmadığı kadar devamlı, hiç olmadığı kadar çığlık çığlığaydı. Kulaklarını iki eliyle kapattı. Gözleri kırmızı ışıkları yakaladı bir an. Bembeyaz uzun elbisesiyle bir hayal geçti önünden. Genç bir kızın hayali. Kız köprünün korkuluklarına doğru süzüldü. Tırmanmaya başladı. Hayır, hayır diye haykırarak koştu Ara. Kız duymuyordu. Tırmanmaya devam ediyordu. Işıklar hâlâ kırmızıydı. O da tırmanmaya başladı. O hayale yetişmesi gerekiyordu. Yetişemedi. Kız beyaz elbisesi uçuşarak boğazın karanlık sularına gömüldü. Elleri boşluğa uzanmış, korkulukların üzerinde öylece kaldı Ara… Büyük bir sessizlik vardı artık. Gözleri boşluğa kilitlenmiş, paltosu çoktan yerde, donmuş gibi hareketsiz duruyordu.

Aniden karanlığı delen projektörler onu gerçekliğe taşıdı. Arabaların farları gündüz gibi her yeri aydınlatmıştı. Psikiyatrist ve birkaç polis ona doğru koşuyordu… Ne yapması gerektiğini bilemeden kamaşan gözleriyle arkasına baktı. “Bize dön. Buraya doğru atla. Köprüdesin. Tam ortasında. Kendini aşağıya bırak.” Kendisini tutmak üzere uzanmış elleri ve korku içindeki yüzleri seçmeye başladı yavaş yavaş. Dengesini kaybetti. Nefesler tutulmuştu. Artık gücü tükenmişti. Kendini bıraktı… Herkes ağır çekimde bir düşüşü izliyor gibiydi. Sonunda gerilmiş yüzler gevşemeye başladı. Tir tir titreyen vücudunu koca bir battaniyeye sardılar. Sendeleyerek ilerledi. Başını gözyaşları içindeki psikiyatristin omuzuna yasladı. Gözlerini kapattı. Yıllar önce kurtaramadığı aşkının son bakışlarını yüzünde taşıyordu.