Tam bir buçuk aydır evde mahpusum. Evden dışarı çıkmam yasak! “65 yaşın üzerindeysen çıkamazsın arkadaş… Yasak” deniyor. Dışarıda polislere yakalanırsam, emekli maaşımın iki katı tutarında ceza keserler. Korkup kaçarsam, arkamdan ateş edip, kalbimden vurabilirler. Ve ben ölürüm. Yetmez… Ölerek, görevleri başındaki polisleri engellediğim için, gıyabımda yargılanıp mahkûm olabilirim de…  

Ne heybetli ve doğurgan bir laftır bu “Yasak!” Önüne bir sürü fiil getirerek, “yasak hemşerim… Yasak” dersin, olur biter.  Gına getirtecek, ömrünüzü karartacak, sağlığınızı tehdit edecek kadar çoktur bu yasaklar.  Bunca yasak yetmiyormuş gibi başımıza bela bir de Covid 19 yasağı ekleniyor. Ödüm kopuyor. Korkum, Tanrının onu başımıza tebelleş etmesinden değil. O, bunu yapmaz… Biliyorum. Gel gelelim, birilerinin bu musibeti bir lütfa çevirivermesine, kendisiyle uzak, yakın bir ilişkisi olmayan bu salgını, bizler için ceza olarak göstermelerine ses çıkarmadan, sadece izlerse?  İşte bu düşünce ürkütüyor, çok korkuyorum. Onunla yüz yüze gelip gözlerine bakmak, Tanrım “yapmazsın değil mi” demek istiyorum. Hem de Korona ’nın her yerde fink attığı, tozu dumana kattığı, insanoğlunun yüreğine korku salarak evlere, kapalı mekânlara hapsedildiği günlerde düşünüyorum. Görece, küçücük bir özgürlüğümün, sağlığımın tehlikede olduğunu fark ediyorum. Sağlıklı bir özgür iradenin ne kadar kıymetli olduğunu öğreniyorum. 

Bu şaşkın düşünceler içinde ne yaptığımı ne yapıp ne yapmamam gerektiğini bilmez, aklımdan geçenleri denetleyemez durumdayken, kendimi Tanrının huzurunda buluveriyorum. Balkondaki, bir ayağı aksak masada karşılıklı oturuyoruz. Sokakta, caddede ve çevrede kimse yok! Önce korkuyorum. Her zaman 50 civarında seyreden nabzım, 190 lara vuruyor. Ve birden göz göze gelince onunla…  Sakinleşiyorum. Bana ne kadar benziyormuş diye geçiriyorum içimden. Düşüncelerimi okumuş gibi gülümsüyor. Okumuş gibi değil… Okuyor diyorum. Ben de gülümsüyorum ve anlıyorum ki çoktan sohbete başlamışız bile. ‘Beyaz Kaftanlı adamın’ ve Papanın bundan haberleri olsaydı, kim bilir bana nasıl kızarlardı? “Onları pas geçerek doğruca Tanrının huzuruna çıkmayı nasıl düşünebiliyormuşum? Bu ne cüretmiş? Bu ne utanmazlık, haddini bilmezlikmiş? Kendilerine ve “Kutsal Makamlarına” hakaret eden bu zat neye, kime güveniyormuşum? Gibi…

 İşte tam bunları kafamdan geçirirken, tekrar göz göze geliyoruz. “Ben varım ve seninleyim” anlamında gözlerini bir anlığına kapatıp açıyor. İnsanın kendine bile güvenemeyeceği, zoru görünce kendine nasıl ihanet ettiği, işkencecilerine pes edip, utanç verici sözde itiraflarını imzalamaları defalarca görülmüşken, “acaba” demeden nasıl düşünebilirim ki? Gözlerinin içine, ta derinliklerine uzanmak için bakıyorum. Kirpiği bile kıpırdamıyor. 

“Ya bileceksin… Ya da inanacaksın! Seçimini yap.”

 İnsan kurnazlığımı kullanıveriyorum anında. Kendiliğinden, ansızın oluyor bu: 

“Sen olsaydın ey ulu Tanrım, bunlardan hangisini seçerdin? Bilmeyi mi, yoksa inanmayı mı?”

Bu sefer kahkahayla gülüyor. Uzun uzun gülüyor. Gerek gülüşünün tınısı ve gerekse bana bakışındaki acıma tonu, yüreğimi delik deşik ediyor. İçimi hüzün, ruhumu umutsuzluk kaplıyor. Gözlerine kenetlenen bakışlarım önüme düşüyor. Dokunsalar ağlayacağım. Elini omuzumda hissediyorum. Sıcaklığı içime yayılıyor. Bunun kattığı cesaretle, tekrar gözlerine bakabiliyorum. Tam bir baba gibi bakıyor. Kararlı bir şekilde:

“Ben Tanrıyım… Ezelden ebede her şeyi bilirim. Bana ‘sanı’ gerekmez! Gerektiği kadarını size öğretiyorum. Öğren, ‘oku!’”

“Nasıl? Nerde?  Neyi bulup okuyacağım?”

“Size sınırsız düşünme, düşünceleri okuma, gerçeklere ulaşma iradesi verilmiştir”. (…)

Tanrıyla karşılıklı sohbetimizin büyük bir bölümünü ve ayrıntılarını şimdilik kendimde saklı tutuyorum. Yeri ve zamanı gelince, başkalarıyla paylaşabilirim. Daha çok “günün mana ve ehemmiyeti” üzerinde konuşuyoruz. Olan biten hakkında düşüncelerini, olacaklar hakkında yorumlarını “niyaz” ediyorum. İnsani acziyet içindeki bir fani olarak, korkularımdan beslenen ne çok soru varmış kafamda… Şaşırıp kalıyorum. Kendimce en acil, en can alıcı soruyu soruyorum:

“Ulu Tanrım, ne olacak bu dünyanın hali?”

“Bu, tamamen size bağlı ey kulum… Anlıyor musun? İklim değişikliği, küresel ısınma gibi her çeşit musibetin, olan ve süren Covit-19 gibi her felaketin sorumluluğunu bana yüklemekten, sizden farklı düşünen, farklı hisseden şahıs ve gurupları günah keçisi yapmaktan vazgeçin. Hele hele bunlar üzerinde ahkâm kesenlere, riyakâr, bencil, hırslı ve paradan başka bir değer tanımayan açgözlü müstevlilere asla inanmayın. Korkmayın.”

“Bütün bu olaylarda, bireylerin karar ve eylemlerinde, insanların birbirini yemelerinde, belli bir kesimin, iç ve diş mihraklarla eşgüdümlü olarak kendi devletini hileyle işgal etmelerinde, toplumun sevk ve idare mekanizmalarını ele geçirmelerinde senin bir dahlin yok mu yani?”

Hani, biz başımızı hafice sağa ya da sola “Allah Allah” diyerek çeviririz ya… Onun gibi yapıyor. Dudaklarında yine de sevecen bir tebessüm, kesinlik abidesi bir tavırla:

“Hayır, yok!” 

“Küresel ısınmayı, Corona salgınını, Gey ve lezbiyenlere, transseksüellere, Lutilere, özgürce aşk yaşayanlara kızarak başımıza sarmadın mı bu felaketleri?”

“Asla! Söyle sana… Neyim ben?”

“Sen, “en yüce iyi” sin.”

“Salgın yüzünden evlere sığındığınızda, çevreyi ve havayı kirleten otomobilleriniz, tren ve uçaklarınız, fabrikalarınız durunca, doğanın kendini onardığını görmediniz mi?  Doğadaki kötü gelişmelerden sizlerin sorumlu olduğunuza dair bir kanıt değil mi bu? Açgözlü davranıp çok tükettiniz, çevreyi kirlettiniz doğayı tahrip ettiniz, karbon salınımıyla küresel ısınmaya sebep oldunuz. Söylesene, bütün bu olup bitenden hâlâ benim sorumlu olduğumu söyleyenlere inanacak mısın?”

“Hayır. Bu Corona salgını süreci içinde doğadaki iyileşmeleri izledik. İsveçli küçük kızın çığlıklarını duyduk. Bütün kötü gelişmelerden İnsanlığın sorumlu olduğunu anladık. Ayrıcalıklı şahısların, gurupların, sınıfların, yalan ve hileyle büyük kitleleri oluşturan insanları, kendi çıkarları uğruna kullandıklarını gördük. Artık üzerine ölü toprağı serpilmiş kesimlerden çekinik sesler bile duyduk. Bu yetmez! Özgür iradelerin “güzel”, “doğru” ve “iyi” için direnmeleri, birlikte mücadele etmelerinin gereğine ikna olduk ey Tanrım! Ancak, anlamadığım bir şey var. İnsanların dünyayı talan, yeryüzünü viran, iklimini perişan etmelerine seyirci kalarak dünyamızı gözden mi çıkardın?

“Yok, öyle bir şey! Ben size akıl- fikir verdim. Okuyun, öğrenin araştırın dedim. Gerisi, sizin bileceğiniz şey! Üstelik dünyayı çok sever, buraya sık sık uğrarım. Burada olan çevresel kirlilik, iklim bozulması sizin bilgisizliğiniz, aptallığınız ve bencilliğiniz yüzünden oluyor. Benim için “en yüce iyi” dememiş miydin? “İyi” dediğin benden, insanlara özgü böyle bir kötülüğü nasıl beklersin? Evrenin, hassas dengeler üzerinde kurulu kendi yasaları vardır ve onları uygular. 

“Anladım. Dünyada ters giden hiçbir şeyi sen yapmıyorsun. Erozyondan, okyanusların kirlenmesinden, küresel ısınma ve dünyanın çoraklaşmasından sen değil, biz inşalar sorumluyuz. Söyler misin yüce Tanrım, neden insanları eşit değil de bu kadar türlü çeşitli yarattın? Birileri akıllıyken, bazıları aptal, diğeri güzelken, ötekisi çirkin, çoğu insana, kadın- erkek arasında cinsel çekim verirken, hakir görülen LGBT’leri neden yarattın?”

“Yok, öyle bir şey! Ama bunu sana açıklamak, benim için bile kolay değil. İnsanlar, tıpkı parmak izleri gibi birbirinden farklı kişiliklere sahiptirler. Türediğiniz ilk canlıdan itibaren, ana babanın devraldığı genler, eşeyli döllenme sonrasında Ana Tanrıça ’nın yumurtası tarafından, evrensel yasalara uyumlu, ama pratikte gelişigüzel bir kendiliğindenlikle sentezlenerek, “biricik” bireyler yaratılır. Buna ben bile karışamam anladın mı? 

Bu yaratım sürecinde Ana Tanrıça, ceninden gelen taleplere yanıt vermeye ayarlar kendini. Çünkü o gerçek bir Tanrıçadır ve ceninden gelen her ihtiyacı karşılamak ister.  Nihayetinde gelişip doğan her bebek, geleceğin biricik, özgün ve saygın bir bireydir.”

“Aaa… İnsanların şöyle ya da böyle, zengin ya da fakir olmalarından sen sorumlu değilsin yani… Vay be! Pardon Yüce Tanrım, “Ana tanrıça” dedin, bir de Ana Tanrıça mı var?”

“Her insanın anası, onun Tanrıçasıdır. Ne kadar insan varsa, o kadar da tanrı anlayışı vardır aslında. Her bir bireyin, yaşadığı toplumda, oluşan kültürel, düşünsel ve teknolojik ürünlerin karmasında, kendine özgü bir şahsiyeti oluşur ve buna uygun bir Tanrı kavramı üretir.”

Yeterli bir cevap almış mıydım? Hala içimde bir ses, “yeteri kadar aydınlanamadım” diye mızmızlanıp duruyor. Karanlıktan sızan o cılız sesi duyuyor:

“Bak sana ne diyeceğim, lezbiyen, eşcinsel, transseksüel olmak, “özgür bir tercihle tecelli ediyorsa” eğer, tersi de mümkün olmalıydı. Onları kınayanlara de ki: 

‘Ey gafiller… Madem eşcinsellik, kişinin kendi tercihidir, o zaman siz de onu tercih edin de görün bakalım, -“imiş” gibi değil tabii – gerçekten eşcinsel olabiliyor musunuz, yoksa olamıyor musunuz? Onlardan biri olma hali, bireyin seçip ezberlediği bir rol, sahnede oynanan bir oyun değildir.’ 

“Onlar sana, asla samimi bir yanıt vermeyeceklerdir. Çünkü onların kulakları sağır,      yürek gözleri gibi gözleri ve vicdanları da körleşmiştir.”    

Böyle buyuruyor Tanrı. Ve sonra arş-ı alaya yükselip gözden kayboluyor. Yalnız kalıyor, mahzun oluyorum. Birden, telefonumun çalmasıyla irkiliyorum. Arayan Dr. Kızım: “Baba… Birkaç kere aradım, açmadın. Uyumuş muydun?” “Yok” diyorum. “Duymamışım.” (…) Yoksa uyumuş muydum?..