Binanın on sekizinci katında, çatının kenarında atlamak üzere adama iki kişi yaklaşmaya çalışıyor. Elinde telsiz olan sürekli konuşuyor. Diğeri yanında, onun adımlarını takip ediyor. Biraz yürüyüp biraz duruyorlar. Çatının kenarında duran adam, atlama konusunda son derece kararlı görünmekte. Rüzgârın da etkisiyle öne arkaya hafifçe sallanıyor. Aşağıya bakmıyor. Gözü hep ilerilere takılı. Sadece bir adımlık canı var. O adım gelmiyor, diğerleri yaklaşıyor. Bir adım daha atmayın diye bağırıyor yaklaşanlara. Durdular. Biri nedense geri döndü. Atlamak üzere olanla, telsizli kaldı çatıda.

 

Telsizli adam sigara yaktı. Derin bir nefes çekip üflüyor.Diğerinin canı çekti besbelli. Sigara içmeyi seviyor çünkü. Son bir sigara, son nefes. Oysa bu durumda çok başka şeyler düşünülür sanırdı. Hani şu meşhur film şeridi, bir türlü gözünün önünden geçmiyor. Sadece mutsuzluklar, çıkmazlar, üzüntüler ve çaresizlik. Onlar da kopuk kopuk. Öyle şerit gibi seri değil. Bir adım geri atıp adamı görmek için başını çevirdiğinde mavi çakmak gözlerle karşılaşıyor. Gözlerini kapatıyor.

 

Gözlerini bomboş aydınlık bir odada açtı. Odanın kapısı var ama anahtar deliksiz, kulpsuz. Tavan çok yüksek. Sanki oda görünümünde bir kutunun içinde. Duvarlar onun bilmediği bir malzemeden, şimdiye kadar görmediği, dokunmadığı… Bastırınca hafifçe içine gömülüyor. Önce iz kalıyor sonra iz kayboluyor. Kendini yenilermiş gibi, canlı bir organizma gibi. Yüksek sesle bağırıyor. Ses yankı yapıyor, kulaklarını tıkıyor. Ses hâlâ çınlıyor beyninde. Duvarlara vuruyor, tekmeliyor. Hiçbir işe yaramadı. Neden sonra üzerinde kendisinin olmayan bir tulum fark ediyor. Bugüne değin hiç giymediği, görmediği ama üzerine tam oturan bir tulum. Ya çişi gelirse. Odada tuvalet yok. Aklına gelince uzun süredir işemediğini fark etti. Çişim var diye bağırıyor. Gelen kimse yok. Aklına geldikçe daha çok sıkışıyor. Tulumu nasıl çıkaracak? Fermuar yok, düğme yok. Tulum üzerinde sanki ikinci deri. Çıkmıyor, yırtılmıyor, soyulmuyor. Dayanamayacak işiyor. Tulum emdi hepsini. Altı kupkuru. Köşede oturuyor şimdi. Karşılığını bulamadığı öyle çok soru var ki aklında. Kimlere soracak? Tekrar bağırıyor, haykırıyor. Yanıt yok. Peki karnı acıkırsa? Karnı acıktı. Hem de çok. Midesi bulanır hep açlıktan. Bulanıyor. Kusacak, kusmuyor. Sanki vücudundan bir tek sıvı çıkması mümkün değil. Bunu fark ettiğinde tükürmeye çalışıyor, tüküremiyor. Bedenine hapsolmuş, odaya hapsolmuş. Birden ölmüş olabileceği aklına geliyor. Kimse öbür dünyayı tarif edemedi ki. Bir ışıktan söz edilirdi, cennet, cehennemden. Belki de burası. Böyle sonsuza kadar kalacak. Sonsuza kadar burada kalma düşüncesi deli ediyor onu. Yapacağı hiçbir şey yok. İçinden sayarak zamanı yakalamaya çalışıyor. Biraz sonra rakamlar karışmaya başlıyor. Sustu. En iyisi uyumalı. Uyuyor. Uyumayı düşündüğünde uyuyor. Çıkmak dışında, kaçmak dışında bedensel istekleri, sorunları düşündüğü anda kendiliğinden çözülüyor. Yukarıdaki ışık hâlâ aynı. Hiç değişmiyor. O halde gün ışığı olmaz diye mantık yürütüyor. Her şey mantıksız da olsa bir anlam arayışı sürmekte. Kendisiyle, odayla kavgasının bir yere varmadığını fark ettiğinde belki de saatler sonra düşünmeye başladı, son anlarını, neden orada olduğunu. Kendisiyle yüzleşmeye hazırlanır gibi. Sorular, sorular. Kendi içinde kaçamak yanıtlar. Nereye kadar kaçabilir? Şimdi hesaplaşamazsa ne zaman hesaplaşacak? Uzaklaştırmaya çalıştığı tüm düşüncelerini geriye topluyor. Önünde dağ gibi düşünceler. Böl, parçala, birleştir, boz. Hepsi yeniden bir araya gelsin ama doğru sırayla. Zaman geçtikçe halüsinasyonlar başlıyor. Karşısında biri varmış gibi anlatıyor.

“İçimdeki fırtınaları, gözyaşlarını, kaybolma endişesini paylaşamadım kimseyle. Kendimle bile. Hep kaçtım. Kimse ortak olamadı kabuslarıma. Kendiliğinden gelmedim yolun sonuna. Kınama beni lütfen. Düşünceler itekledi beni. Aklımdan geçenleri zapt edemedim. Hep bir yalnızlık, hep terk edilmişlik, bırakılmışlık… Üzerine kaynar su dökülse bağırırsın ya, işte kaynar su dökülüyor bağıramıyorum. Çığlıklar içime  akıyor… Boğuluyorum.”

“Kendi cenazemi öyle çok düşündüm ki. Kimlere haber verilecek? Kimler gelecek? Bir kutlama gibi. Diğer insanların kutladığı her önemli günü ben hep yalnız geçirdim. Üç yaşından beri. Demek ki yirmi yedi senedir. Doğum günü, yılbaşı, bayram yok benim yaşamımda. Onların önemlerini sildim daha üç yaşında. Üç yaşında çocuğun aklı erer mi? Erer. Terk edilmişliğe aklı nasıl ererse ona da erer.Yanıma yaklaşılmasından hoşlanmam. Birilerinin başımı okşamasından nefret ederim. Kitapların içine saklandım yıllarca. Okuduğum kitapların kahramanları değildi sevdiklerim. Hep kötü olanlardı. Kötülüğü sevmem ama kötüleri severim. Diyorum ki, kötülük yaptığından kötü olmuyor onlar. Hep çaresiz, hep darbeli oldukları için. İyice bakılsa onlara, dikkatli okunsa iyi insanın neden öyle olduğunu bilemezsiniz ama kötünün hep nedeni vardır. Onun için, nedenleri için, kötüleri severim. Yüreğime oturan o ağırlığı hiç kaldıramadım ben. Hep taşıdım. Bu değil mi mutsuzluk? Bu yaralı yüreği neden daha çok kanatmalı? Yaşasam ne değişecek?”

Adam ağlıyor. Gözyaşları akamıyor. İçini çeke çeke ağlıyor bir damla akıtmadan. Işık karardı aniden. Bu değişiklik sıçratıyor adamı. Sanki kapı açılıyor gibi. Anlamaya çalışıyor bir şey göremiyor. Bir sersemlik var üzerinde. Bir bulut içinde. Bayılıyor.

 

Gözünü açtığında bambaşka bir yerde. Bir bahçe. Her yanında rengarenk çiçekler. Bahçenin etrafı, sarmaşık kaplı duvarlarla çevrili. Yukarıdan gün ışığı geliyor. Tırmanmaya çalışıyor, tırmanamıyor. Bu kez kolay vazgeçiyor. Bir başka kutu diye düşünüyor.

“Çiçekleri hiç sevmem. Doğanın güzel diye sunduğu hiçbir şeyi sevmem. Güzeli, çirkini kim tanımlamış? Bu kabullerden nefret ediyorum. İnsanın kalıplara soktuğu her şeyden. Yüzyıllarca dayatılan, oluşturulan kavramlardan. Tek başıma karşı çıksam da fark etmiyor hiçbir şey… Şablonlar tasarlanmış, defalarca kullanılmış. Onlarla mücadele etmeye çalıştım yıllarca. Sonunda pes ettim. Alın şablonlarınızı, kalıplarınız içinde yaşayın. Hepiniz küçücük kutulardasınız aptallar. Saatlerdir, benim de olduğum gibi. Ben sizden şanslıyım çünkü görüyorum etrafımdaki duvarları siz göremiyorsunuz bile…” Çiçekleri koparmaya çalışıyor kopmuyor çiçekler. Sanki yok gibiler. Görüyor, dokunuyor kokluyor ama koparamıyor. Işıklar yine kararıyor. Yine aynı duman.

 

Şimdi yine ilk odada. Hayır değil. Bu kez iki kapı var karşısında. Anahtar deliksiz, kulpsuz iki kapı… Birinde “Ölüm” diğerinde “Yaşam” yazıyor. Gülüyor bu kez. “Yine zorlama öyle mi? Hep olduğu gibi. Karar ver diyorsunuz bana. Sizin sunduğunuz tercihlere sıkışmak istemiyorum. İki kapıda benim için aynı yere açılıyor nasıl olsa. Bugün olmasa da belki yarın son ver vereceğim soluk alıp vermeye. Bir ot gibi yaşamak istemiyorum. Beni hiçbir şeye zorlayamazsınız.” Adam seçtiği kapıya dokunduğu anda binanın on sekizinci katında çatının kenarında atlamak üzere buluyor kendini…