Bazıları sıcak yataklarında mışıl mışıl uyurken sabah vakti, bazıları gün doğmadan kalkar ekmek kavgasına; onlardan biri de balıkçı Hasan… Ezan vakti çıkar yuvasından, tanyeri henüz ağarmamıştır. Son koyuluktaki bahçeye adımını atar atmaz ilk iş cigarasını yakar. 

O gün de aynını yaptı, “Vira Bismillah!” deyip karşı kapıya yöneldi. Ayşe Bacı görse, “Yakma şu mereti be adam, sabahın kör vakti.” der, kızardı yine; haklıydı! Ciğerleri son yıllarda epey kötülemiş, doktorlar yasaklamasına rağmen kurtulamamıştı şu illetten… “Kamil’in sığınağı limansa, ruhunun sığınağı da bu meretti! “Denizin şakası yoktur!”u mesleğe adım atar atmaz anlamıştı da cigara öyle miydi? Sinsiydi, haindi… Vücudu ele geçirene kadar şakası yokturu çaktırmaz, yavaş yavaş sızardı hücrelere. Deniz misali ciğerlerine işlemişti bir kere! 

“Ehhh!” dedi,  “Atın ölümü arpadan, Hasan Reis’in ölümü de cigaradan oluversin.” Elini, kafasının üzerinden aklına gelenleri silmek ister gibi savuşturuyordu. Derin bir nefes daha çekti, kapıyı tıklattı. Yeni evli oğluyla aynı bahçeye bakıyordu evleri. “Reis’in Levent’i!” diyorlardı ona. Yaşı, hastalığı ilerleyeli eli-ayağı, meslektaşı, can yoldaşı olmuştu biricik evladı! Askerden dönünce ellerine sarılmış, “Affet beni baba; anladım seni. El ver birlikte yapalım mesleğini. Senin gibi yavuz bir denizci yetiştir beni.” demiş, gönlünü kapıvermişti.

Askere gidince Levent gibi delikanlıyı görenler hemen komando, ardına tim onbaşısı yapıp tezine dağlara salmışlardı. Az mı gezmişti Cudi tepelerinde, tüfek omuzunda. Her canı sıkıldığında deniz kokmuştu burnuna. Nice çatışmaları, babasının “Kamil” adındaki teknesiyle enginlere açıldığını hayal ederek savuşturmuş, terhis gününü iple çekmişti. Kafayı yemediyse ilacı deniz, gücü kavuşacağı gün olmuştu. Gençlik ateşinden midir bilinmez askerlik öncesi babası ne zaman balıkçı ol dese, yanaşmamış, “Bırak şu işi ya! Ne hayır gördün denizden? Sırtın kambur, elin nasır!” diyerek dalga geçmişti hep. Askerlikte sık sık burnuna dayanınca kokusu anlamıştı deniz soluyanı iflah etmiyor, dağ başında bile gelip buluyordu seni buram buram… 

Hasan kapıyı bir daha tıklattı, “Ben gittim, sen de gele dur hele!” dedi usulca.  “Tamam baba, düşerim birazdan yola.” derken oğlan, “Yorma sakın kendini!” diye tembihliyordu ardından. Limana vardığında gün henüz aydınlanmamıştı. Gökyüzüne şöyle bir baktı, gördüğünden pek memnun kalmadı. Hava raporuna göre sorun yoktu amma bu da denizdi işte! Sağı solu belli olmaz, kafası kızdı mıydı patlayıverirdi. Arkası kötü mü acaba diye sıkıntıyla tekrar baktı, oğlan yetişti o ara: “Rast gele Kaptan! Günün hayrola, teknen balık dola.” diye takılıyordu babasına. “Sana da Levendim!” diyecekti ki yine o lanet öksürük tuttu. Ciğerleri yerinden fırlayacak gibiydi! 

Levent babasını kucakladığı gibi balıkçı sığınağındaki kahveye koştu. Gördüğü ilk iskemleye yavaşça oturtup su istedi. Hasan öksürmekten suyu bile içemiyordu. Ancak nöbeti yatışınca, yavaş yavaş içebildi. Oğlu kendinden emin bir sesle: “Bugün gelmiyorsun Kaptan!” dedi.

Konuşacak hali yoktu. Kaşlarını kaldırsa, “Dur!” diye inlese de duymadı bile, babasını kahveciye emanet ettiği gibi teknenin yolunu tuttu! Nafaka çıkmalı karınlar doymalıydı. Duracak zaman değildi! İkiydiler, üç olacaklardı yakında! Ana-babasıyla tam beş boğazdılar. 

Deniz ve gökyüzü iki hasım güreşçi misali peşrev çekip durdular gün boyu birbirlerine… Kara bulutlar dalgaları kabarttıkça deniz de yükselip göğü kispetinden yakalayıp alaşağı etmek istiyordu! Hasan’ın daralan yüreğine korku üstüne korku salıyorlardı. Gündüz akşama karsa da “Kamil” hala görünürlerde yoktu!

Gözünü ufuktan ayıramayan Hasan’ın ayakları eve gitmemiş, balıkçı barınağındaki kahvede kalakalmıştı. Hem gitse de ne diyecekti karısına, gelinine? “Bırakamadım şu mereti, tuttu öksürük illeti, yalnız kodum Levendimi bugün ekmek kavgasında, hem de ilk defa kendi başına, olmaz olası şu fırtınada!” mı diyecekti? Karada gün geçmemiş, içi içini yiyip bitirmişti. Akşama doğru darlanıp barınak köşesindeki “Yalı Balkonu” diye dalga geçtikleri yere attı kendini. Hava ha patladı, ha patlayacaktı. Sabahtan beri gökle deniz arasındaki peşrev bir türlü bitmemişti. Alıp veremedikleri ne ola diye düşünürken, “Aman Yarabbi! Levendim olmaya sakın!” diye aklına düşüverdi. O ana kadar kendini tutsa da dayanamadı yaktı cigarayı. “Garip!” dedi, “Hem dostum hem düşmanım şu meret!” Ne yaman çelişkiydi bu böyle:

Cigara hem dost, hem düşman!

Deniz hem dost, hem düşman!

Gökyüzü hem dost, hem düşman!

Hayat hem dost, hem düşman!

Birden korkuyla bağırdı: “Yok, yok! Beceriklidir benim Levendim, kırar hayatın dümenini!”  O, değil miydi çatışmaların en zorlusundan, kanlısından dönen? Bugün de çıkacaktı elbette zaferle bu ekmek kavgasından. “Oğlumu bana bağışla, tövbe cigara komam daha ağzıma.” diye yakarıp söz verdi Tanrısına… “Cigaramın dumanı da dumanı, yok mu aman şu denizin imanı.” diye, ufka bakarak yanık bir türkü tutturdu!

Kahveci geldi koşarak: “Uyarı yapıyorlar, Marmara’yla Batı Karadeniz’de fırtına varmış. Dinmesi sabahı, dalgalarsa üç metreyi bulur diyorlar. Var mı bi haber seninkilerden?”  

“Yok be Hasan’ım. Ufuk sır vermez oldu. Atıversem kendimi şu azgın dalgalara, alın beni oğlumu verin desem, ne fayda!”, “Bana bak Hasan efendi, topla kendini. Adaşım olacaksın bi de! Var mı öyle ilk fırtınada dökülmek. Neler atlattın sen! Sağlam duracaksın ki Levendine güç olsun. Lodos seni tutmuş anlaşılan. Yürü içeri gidelim de için ısınsın. Kafan yerine gelsin. Yeni çay demledim.” deyip götürdü onu. 

Belli ki Levent’in ilk kaptanlık dersi, “Lodosla İmtihan!”dı ve yaman geçecekti. Askerlikte çok çekmiş ama görebilen için her zorluğun bir öğretmen olduğunu da fark etmişti. Soğukkanlı olmayı, düşmanı iyi gözlemeyi, panikle atacağı her adımın kendisine ve çevresine zarar vereceğini acı ve dehşetle de olsa iyice öğrenmişti. Arkadaşı silah sesini duyunca nasıl da korkuyla fırlamıştı siperden.  “Dur!” dese de dinletememiş, çıkar çıkmaz da kurşunu yemişti. Yerleri belli olunca canlarını zor kurtarmışlardı. “Neyse!” dedi “Şimdi bunları düşünmenin vakti değil; aklını başına topla, sakin ol, ilk iş mürettebatı sağ salim evlerine kavuşturmak.” 

Hasan Reis olsa iş kolaydı. Ne var ki onun cigara inadıyla kendisinin sefere çıkma inadı çakışınca fırtınanın ortasında yapa yalnız kalıvermişti. Herkesi kaptan köşküne çağırdı acilen: “Arkadaşlar, bugün kaptanımız yok! Kötü tesadüf ancak yapacak bir şey de yok. Moralleri bozmadan el ele, akıl akıla dalgaları yeneceğiz. Evimize, bekleyenlerimize sağ salim döneceğiz.” dedi. En yaşlılarına dönerek, “Yasin Reis içimizde en tecrübeli sensin, rotayı n’etmeli de şu lodosu defetmeli, ha, ne dersin?” diye sordu heyecanla. “İşimiz zor. Açıkta yakalandık. Kıyıya çok yanaşmadan, yavaş yavaş Salacak’a, yerimize dönelim derim. Kız Kulesinin oralar da akıntılı fakat şu an yapacak fazla şey yok! Hava da kararıyor!” cevabını alınca, “Davranın arkadaşlar!” diye bağırıp herkesi görevinin başına yolladı. “Bugün direğimize balık ağları değil lodos asılacak anlaşılan! Dikkat edelim de direğin belini kırmasın. Allah yardımcımız olsun!” diyerek dümeni sıkı sıkıya kavradı. 

“Kamil” burnu havada, dalgalara bata çıka ilerlemeye çalışıyor, içindekiler bir o yana bir bu yana savruluyordu. “Herkes sıkı tutunsun!” diye bağırdı Levent. Hava kararmış, lodos azdıkça azmış denizi kudurtmuştu! Peşrev bitmiş, kara kispetlerin amansız güreşi başlamıştı artık. Lodos ve kabaran deniz, yenilen pehlivan güreşe doymaz misali birbirlerini tutup tutup bir yere bir göğe çalıyorlardı.

“Hey koca Rabbim!” dedi içinden, “Dinmeyecek mi hayatımdaki fırtınalar? Hadi kendimden geçtim, bunca insanın hali ne olacak? Az keşkeyle mi döndüm denizlere, üstüne yenilerini koma. Koca dağların yükü bitti derken dev dalgalarla sınama. Nasıl taşısın yüreğim bunca vebali?”

“Kaptan! Direğin ucu kırıldı.“ diyordu miçonun sesi. “Ucu süs, koy gitsin; kurban vermiş olalım. Dua et de gövdeye dokunmasın!” diye bağırırken bir yandan da Tanrıyla hesaplaşmasını sürdürüyor, “Diyorsan ki içme şu mereti, götürecek seni, deyip deyip sana mı kaldı çağırmak babanın ecelini?”, “Tamam!”  “Bilmez misin, bilemezsin ne zaman, nereden gelip dayanacak kapına son!”, “Ona da tamam! Tövbe demem, karışmam daha, ne babama ne gayrısına, yeter ki bağışla bu canları, yoluna bakanlara.” diye yalvarıyordu.

Dinmek bilmez yer deniz-gök kara kavgasında yaralanan “Kamil” gecenin kör karanlığında limana varmaya çalışırken, “Kız Kulesi!” diye bağırdı miço. O anda yükselen dev bir dalga tekneyi sırtına attığı gibi sörf yaptırmaya kararlı; sürüklenmeye başladılar! Dev beyaz köpüğün üzerinde kaydılar, kaydılaaar… Sonra altlarından halı çeker gibi çekip gidiverdi aniden o koca beyaz dev. Tekneden yükselen çığlıklar azgın dalgaların sesine karışıyordu. Dengesi bozulan “Kamil’’ o hızla içindekilerle hepten bi yana yatıverdi.

Kimse ne olduğunu anlayamadı. İlk uyanan Levent oldu. Lodos balığı gibi karaya vurmuşlardı. “Haydi, haydi, çabuk olun! Fırlayın. Fenerlerinizi açın. Bir dalga daha gelmeden kıyıya çıkalım hemen. Birbirinizden ayrılmayın. Dikkat edin. İlk ayak basan koşup yardım getirsin!” diye sevinçle bağırıyordu. “Lan dalga!” dedi “Hem dostsun hem düşman!”