Omuzları düşmüş, yorgun, bitkin, isteksizce daire kapısını açıp girdi içeri. Elindeki anahtarları her zamanki gibi duvardaki anahtarlığa asmak yerine kapının yanındaki ayakkabılığa fırlatıverdi. Uzun süredir giymediği, neden bugün giydiğini dahi bilmediği topuklu ayakkabılarını çıkarttı. Mantosunu üzerindeki yükü atarcasına koltuğa bıraktı. Yılmadan dimdik durup bugünü de sağlam atlatabilmek için mi bu kadar özenle hazırlanmıştı, şuursuzca?

Dışarının içine işleyen soğuğunu ancak sıcak bir çayla atabilirdi. Tezgâhtaki ısıtıcının düğmesine bastı. Karnı açtı ama ağzına bir şey koyacak mecali yoktu. “Boş verrr!” dedi kendi kendine, “Bugün de yemeyiver; ölmezsin ya, yalnız başına oturacağına sofraya!” Gidip anneannesinden yadigâr, hep aynı frekansa ayarlı antika radyonun düğmesini çevirdi. Yayılan melodiyle birlikte kanepeye yığılırcasına düşmesi bir oldu:

Kapat gözlerini kimse görmesin
Yalnız benim için bak yeşil yeşil

Şarkının sözleriyle gözleri bulutlandı, öylece boşluğa kilitlenip kaldı. “Oldu mu şimdi, bu?” diyerek daldı gitti geçmişin denizine…

Ege’deydiler…Sımsıcak güneşi, hafif meltemi ve soğuk deniziyle hep sevdikleri yerde, yan yanayken mutluluktan uçtuğu adamla birlikte.Gündüz denizle, güneşle hasretle kucaklaşmış, odalarında dinlendikten sonra akşam kendilerini deniz kenarında sıralanmış salaş balıkçılardan birine atmışlardı. Mavi ahşap sandalyeli lokantada ay ışığına caka satan bembeyaz keten örtülerle bezenmiş masalar üzerinde, eski yeşil camdan sürahilerdeki pancar renkli begonvillerle mumlar, karanlık akşamda gölge oyunu oynuyorlardı.

Denizden gelen yosun ve tuz kokusunu içine çekmiş, öpmeye doyamadığını bildiği uzun boynunu hafifçe eğerek, yanağını sağ avucuna dayamış, omuzlarını açıkta bırakan Şile bezi elbisesiyle gözlerinin içine sevgiyle bakarak karşısında oturuyordu. Saçlarını ensesinde toplamış, gözleri pırıl pırıldı. Gözlerinin parlaklığı yıldızları kıskandırırdı.

Masa, denizin lütfu ürünlerle Ege’nin verimli topraklarından kopan yeşilliklerin mezeleriyle donatılmıştı. Sıcaklar: Izgara ahtapot, bebek karides, kalamar… Salatalar: Deniz börülcesi, hardal otu, arapsaçı, kaya koruğu… Tabii yanında buz gibi birer tek rakıyla balık olmazsa olmazı…

Uzaktan, ağır ağır yaklaşan yumuşak tınısıyla akordeon sesi, keyifli sohbetlerine eşlik ediyordu. Yanlarına yaklaştığında, çalmaya başlayan Segâh makamı şarkıya, rahatlatan sıcak sesiyle katılmıştı:

Kapat gözlerini kimse görmesin
Yalnız benim için bak yeşil yeşil
Gözlerin kimseye ümit vermesin
Yalnız benim için bak yeşil yeşil

Gülümseyen gözleri, adamın yeşil gözlerine kilitlenmişti, nemli nemli bakan yeşil gözlerine… Akordeon çalgıcısı kendisine eşlik eden olmasından memnun, çalmaya devam ediyordu. O da söylemeye. Adam, ilk kez duyduğu büyülü sesinden şaşkın, keyifli bir hüznün içerisinde gözlerindeki yaşlara yenilip dinliyordu:

Seni öyle sevdim ölürcesine
Tanrı’nın yazdığı şiircesine
İçimden geçeni bilircesine
Yalnız benim için bak yeşil yeşil

Şarkı bittiğinde, genç garsonlarla masalarda tek tük kalmış müşteriler alkışlamışlardı. Gösterilen ilgiden utanarak: “Ben sanat müziği şarkılarını çok severim. Anneannemin evindeki emektar radyo sağ olsun. Ne iş yaparsa yapsın açık olurdu hep. Dinleye dinleye büyüyüp, öylece farkına varmadan birçoğunu ezberleyivermişim yıllar boyu…” diyerek gülümsemişti pırıl pırıl gözleriyle. Sonra da merakla: “Ama nen var senin? Neden bu kadar duygulandın? Yoksa keyifsiz bir olayı mı eşeledim bilmeden?” diye sormuştu adama.

Gülümseyerek: “Cihat babam, dedem benim biliyorsun.” demişti. “Cumhuriyet döneminde yetişmiş beden öğretmenlerinden. Sonrasında bir okulda müdür yardımcılığı yapmış. Küçük yaşında önce yetim, sonra öksüz kalmış, hayatı boyunca sevgisini cömertçe etrafına, öğrencilerine vermiş bir aydın. Kendimi bildiğim yaştan beri her yazı Erdek’te onların yazlığında birlikte geçirdik. Belki ilk erkek torunu olduğumdan bana karşı ayrı bir tutkusu vardı hep. Yüzmeyi, dalmayı, balıklama atlamayı, balık tutmayı, bahçelerden meyve aşırmayı hep ondan öğrendim. Çok sonra öğrendik tabii, ablamla ben gizli gizli karadut, şeftali ve envai çeşit meyve aşırmanın hazzındayken, dedem o bahçe sahiplerine meyveleri için önceden para ödermiş.” diye devam etmişti gülümseyerek onu dikkatle dinleyen kadına. “Çocuğuz tabii, öğlen uykuları da mühim. Zorla yatırıyorlar, ayaklarının altında dolaşmayalım diye belki de. Uykuyu severim bilirsin ama eğlenceden kopuyoruz diye çok hayıflanırdım. Dedem de yatakta yanıma uzanırdı. Anlat derdim ona, anlatsana. Anlatırdı bana, Yunanlıların İzmir işgalini, daha çocuk yaşında gördüğü işkenceyi, sonrasında İzmir’in kurtuluşundaki sevinci. Bakar yine uyumam, bu defa kendi yeşil gözlerini benimkilere hapsedip buğulu sesiyle başlardı söylemeye:

Kapat gözlerini kimse görmesin
Yalnız benim için bak yeşil yeşil

Şimdi uzun yıllar sonra sen gözlerimin içine bu denli sevgiyle bakarak bu şarkıyı söylüyorsun ya içime işledin.” deyiverdi.
Adamın masanın üzerindeki elinin üstüne elini koyup, “Sende iz bırakan bir şarkıyı maziden çıkarmışız desene. Dedenle paylaştığın şarkıya ben de ortak olabilir miyim peki?” demişti muzipçe.

Gözlerindeki sessiz yaşları sildi ve kalktı kendini boş çuval gibi bıraktığı kanepeden. Gidip buzdolabından çıkarttığı şişeden bir kadeh kırmızı şarap koydu kendine. Çay ısıtırdı ama efkârını dağıtamazdı. Ağız dolusu bir yudum aldı buruk şaraptan. Yatak odasına yönelip, mücevher kutusunun kapağını açtı, sol yüzük parmağında duran alyansa son bir defa baktı. Yıllar önce söylediği gibi ama bu defa hüzünden çatallaşan sesiyle, “Kapat gözlerini, kimse görmesin “ diye şarkıyı mırıldanırken alyansı parmağından çıkarttı. Kutunun içine, artık kimin için bakacağını bilmediği yeşil gözlerle birlikte hapsederek kapattı.