Mahmudumun gözleri gibi “Mavi” olacak diyordu da başka bir şey demiyordu…
İllâ ki “Mavi”… 

– Fesuphanallaaah! Evladım nereden bulayım ben sana şimdi mavi, hem de onun gözleri gibi mavi atlası?! Bir tek bu var işte! Hem artık kimse yorgan yüzü diktirmiyor ki! Hepsi mitil. Çok gerilerde kaldı onlar. Sen dua et, bu varmış elimde.

– Amaaannn, hiç sevmem ben o rengi! Mahmudumun gözlerine oturan kan gibi. Ben onun gözleri gibi masmavi ossun da o yokken de gözü üstümde ossun istiyom.

– İyi de yavrum, yok işte, ben ne yapayım? Hem atlas olacak hem mavi olacak hem de Mahmudunun gözleri gibi masmavi olacak! Yok devenin pabucu! Senin anan güzel mi?

– Güzel helbet, ben gibi! Gençliğinde az mı can yakmış, deyince genç kız, Yanık Selim’in yüzüne bir gölge düşüverdi. Çok gerilere gitti bir anda. 

“Benim hallaca mallaca verilecek kızım yok, Hanım! Onu bunu aracı yapıp durmasın. Yoldan geçene kız mı verilirmiş? Gariban mariban dinlemem, kodurmam onu bu köyde valla!” diye bas bas bağırıyordu Mehmet Efendi. “Hem evime gir yün-pamuk atcam de hem de kızıma göz koy. Yok, öyle yağma! Ben zati sözledim onu.”

Bahçe kapısının dışında sırtı duvara dayalı duyduklarına daha fazla dayanamamış, çözülen dizlerinin bağıyla yere çömüvermişti. Avludan Fatma Ana’nın sesi geliyordu:

“Heee, ver kızı madenci oğlana da iki günde dul kalsın. Umurunda mı senin evladın? Söz vermişmiş. Ne olur elin garibanına babalık etsen, kol kanat gersen de kızın koca yüzü görse.”, “Bana bak hanım! Kanımı beynime sıçratma benim. Söz bir kere verilir. Hem köyde madencilikten başka doğru düzgün işi olan mı var, ha? Kız ölmesin de aç mı kalsın? Sen-ben başına baki miyiz? Kaderde ne varsa o olur. Hiç olmadı maaşı olur,” diye kestirip atmıştı. O gün ahdetmişti Selim, “Bak görürsün Mehmet Emmi, adam olup seni pişman etmezsem!”  

Canlanan hatıralar epey bi canını yakmıştı. O öfkeyle,

– Git ne halin varsa gör! Ben sana öyle Mahmudunun gözleri gibi atlas matlas bulamam,” deyip, genç kızı başından savuşturmak istedi.

Ayşe de baltayı taşa vurduğunu anlamıştı ama geç olmuştu. Hem üzülmüş hem de korkmuştu: “Eyvah!” diyordu içinden “Ya, şimdi inadı tutar da dikmezse, nereden bulurum dar vakitte başka yorgancı? Taa kasabaya gitmek gerek.”

Selim Usta da söylediğine pişman olmuş, “Yahu kızın ne günahı var, yaptıysa dedesi yaptı.” diye düşünürken Ayşe’nin üzgün yüzünü görünce dayanamadı: 

– Kızım, köy yerinde neyine yetmiyor pazen yüz? Adam zaten gelecek kapkara, ne kadar yıkansa arınmaz o kömür tozu. Her hafta yorgan mı söküp kaplıycan. Yapalım pazen yüzlü bir yorgancık. Geçiriverirsin nevresimi, kirlense de bir yıkamaya bakar. Hem çeşit çeşit değiştirirsin, dedi.

Aralarının düzeldiğini anlayan Ayşe sıcacık gülümsedi:

– Aaaa! Selim Amca hiç öyle çeyizlik yorgan mı olur, Allasen? Tamam o zaman, ne yapalım kırmızı olsun, Mahmudumun eri doğunca da “mavi” yaparsın. 

– Nerden biliyon kız bastıbacak? Ya olmazsa?

– Ossun, o zaman da “pembe” yaparsın, dedi Ayşe sevinçle.

İş tatlıya bağlandı. Ayşe bir haftaya hazır et, daha çeyiz sericez diye üstelese de Selim Usta yine ayak diredi:

– Anladık ananın güzel kızı sensin de evladım bir sürü işim var benim. Hem gelen çıraklar durmayıp kaçıyor, her iş bana bakıyor, on beş güne anca veririm, dedi. 

Ayşe, eve dönerken yolda Selim Usta’yı düşündü. Dedesi ‘he’ dese babasıydı şimdi hem de sağ… Yazık olmuştu hem anacığına hem de adamcağıza. Azmetmiş köy yerindeki yorgancıya çırak girmiş, önce pamukları hallaç etmekle başlamıştı işe. Gel zaman git zaman işi kapmış, diktiği atlas yorganların ünü ta öte köylere varmıştı. İşlediği nakışlar öylesine güzeldi ki, herkes aşkını atlaslara işliyor bu oğlan, diyordu. Adı bir anda “Yanık Selim”e çıkmıştı.

Kaderin cilvesi midir yoksa eziyeti mi, bilinmez, Ayşe de gönlünü bir madenciye kaptırdı. Anacığı ne kadar karşı çıksa, kızım halimi görmüyor musun, genç yaşta dul mu kalmak istiyorsun dese, engel olmaya çalışsa da Mahmudunun mavi gözleri Ayşe’yi yakmıştı bir kere. 

Ayşe de çok ısrar etmiş: “Bırak şu işi ne olur mavi gözlüm, yol mu gözettirecen, dul mu koycan beni?” diye, ama ne yapsındı Mahmut da vermeyince Mabud?  Köy yerinde tutacak başka iş mi vardı? Ataları gibi madenin yolunu tuttu. “Merak etme sen Ayşem, birkaç sene çalışayım, biraz para yapalım, borçları kapatır, kasabaya kaçarız. El ele verir bir iş tutarız,” diyordu. 

Genç kız iki haftayı dar etti. Nihayet o gün yorganı alacaktı. Meraktan içi içini yiyordu, “Yanık Selim” nasıl bir nakış tutturmuştu acaba? 

Hızlı hızlı yorgancıya doğru yürürken, duyduğu siren sesleriyle irkildi; acı acı bağırıyordu. “Aman Allah’ım!” diyerek hemen muhtarlığa seğirtti. Ne zaman madenden kötü bir haber gelse, muhtarlıktan düdük sesleri yükselir, selâlara öncülük ederdi. 

Yol bitmek bilmiyordu. Ayşe varmaya çalıştıkça muhtarlık kaçıyordu sanki. Köyün ana caddesi insan seliydi. Kimin madende çalışanı varsa  o gün sabahtan evinden uğurladığı, muhtarlığa koşuyordu; gözlerinde “O mu?” endişesiyle… Kaderlerinin oynamaktan bıkmadığı soysuz oyunların dağladığı yüreklerinin gamı vurmuştu yüzlerine. 

Ayşe, kalabalığı yararak yol almaya çalıştı. Soluk soluğa vardı muhtarlığa. O gün cumaydı. Mahmutlar evci çıkacaklardı. Ne olabilirdi ki? 

Muhtar “Sakin olun arkadaşlar!” diyerek kalabalığı yatıştırmaya çalışıyordu. “Allah’tan umut kesilmez! Çok şükür ki bu sefer grizu patlamamış, ufak bir yerde yangın çıkmış, kurtarma çalışmaları devam ediyor. Biliyorsunuz bugün evci günü, çoğu arkadaşımız çıkmış zaten, sadece küçük bir grup kalmış içeride. Olay tam da onlar çıkarken patlamış.” diye anlatırken Ayşe sesinin var gücüyle bağırdı:  “Kimmiş onlar Muhtar Emmi, kimmiş?” Kalabalıktan da aynı sesler yükselmeye başladı: “Kimmiş onlar, kimmiş?” 

Muhtar tekrar eliyle sakin olmalarını işaret ederek, “Henüz bilmiyoruz. Belli olur olmaz haber edecekler.” dedi. Ayşe gözlerinin karardığını hissetti, sanki kalabalık havalanmış tepesinde dönüyordu. Tutunmak istedi, beceremedi. Dizlerinin bağı gitmişti. Yere düşerken “Yooğ, yooğ!” diye haykırıyordu.

Uyandığında annesi başucundaydı. Yasin okuyordu. Gözleri Ayşe’ye ilişince, okumayı kesip ona baktı. Derin bir keder vardı gözlerinde.

“Gelmeyecek artık di mi?” dedi, usulca. Annesi yavaşça gözlerini kapayıp açtı. Yanaklarından süzülen yaşlar kitabı ıslatıyordu. Sessizce okumaya devam etti. Anacığının tuttuğu eli buza kesmişti. Canı çekiliyordu adeta!  Gözleri açık gidenler gibi tavana bakıyor, hiç kımıldamıyordu. Ölmeye yatmıştı sanki! 

Üzerine çöken kâbusun ağırlığıyla tekrar uykuya daldı. Uyandığında odada yalnızdı. Başını çevirince gözü atlas yorgana takıldı. Zorlukla doğrularak yanına vardı, yavaşça açtı. Elini nakışların üzerinde okşarcasına gezdiriyordu. Yanık Selim bilmiş gibi gözyaşı damlalarıyla bezemişti yorgan yüzünü. “Kanlı gözyaşları!” dedi içinden. Ani bir hareketle dolaba yöneldi. Yorgan için hazırladığı bembeyaz çarşafı çıkarıp yere serdi, üzerine de yorganı… 

Yanık Selim, “Kolaylık olsun kızım, düğmeli yapalım, rahatça değiştiriverirsin.” dese de, “Ne işim var, kaplayıveririm elceezlerimle!” diye, reddetmişti. 

Yere bağdaş kurup oturdu, geçirdiği ipliği düğümleyerek iğneyi batırdı. Dalgınlıkla yüksük takmayı unutmuştu, iğne alttan eline geçiverdi, kanamaya başladı. Can acısıyla ağzına götürürken desenlerin üzerine kan damlacıkları döküldü. Gözyaşları üzerlerine düştükçe yayılıyorlardı. Yüksüğü bulup parmağına geçirdi, kaplayıverdi yorganı hemencecik. Bitirince hızla çeyiz için serdikleri ipin üzerine attı. Yine hızla varıp çeyiz sandığını açtı. Ne var ne yok tek tek sermeye başladı. Elinin emeği, gözünün nuru oyalar, danteller, bohçalar, çevreler bir bir yerini alıyordu iplerde. Annesi kapıyı açınca şaşırdı. Hiç ses etmeden gerisin geri kapadı. Başsağlığına gelenleri hep o odada kabul etti Ayşe…

Mahmudun cesedi bulunmuş, diğer madencilerle birlikte muhtarlığa teslim edilmişti. 

Vakit tamamdı. İkindi namazı için hazırlıklar yapıldı.  Tek tek isimler okunarak selâlar verildi. Cenaze namazları kılındı.  Köyü sisli bir keder sarmıştı yine; çaresizliğin kederi… Ayşe’yi camide gören olmadı.

Naaşlar cemaatin omuzlarında köy mezarlığına getirildiğinde Ayşe elinde yorganıyla bekliyordu. Sıra Mahmut’a gelince beyaz kefene sarılı vücudu yavaşça çukura indirildi. Tam tahtalar döşenecekken Ayşe “Durun!” diye seslendi. Yavaşça gelerek elindeki yorganla kabre indi. Kefenin yüz kısmını açtı, eğilerek iki veda busesi kondurdu o çok sevdiği gözlere. Kefeni kapatarak çeyizlik al atlas yorganı serdi üzerine, özenle. Yukarı çıkınca bir kürek aldı, bekledi, ilk toprağı o verdi Mahmuduna. Batan günü ardında bırakarak yürüyüp gitti. 

Artık her gün Mahmudunun mezarına gidiyor, onunla konuşuyor, çiçekler dikiyor, gücünün yettiğince bütün kabirleri suluyordu.

Aradan bir hafta geçmişti ki Ayşe yine mezarlığa gitmek üzere hazırlanıyordu, kapı çaldı. Açınca şaşırdılar. Elinde kocaman bir torbayla Selim Usta duruyordu. “Günaydın Ayşe Kız!” dedi. Ayşe öylece bakınca, “İçeri buyur etmeyecek misin?” diyerek acı bir tebessümle gülümsedi. Annesi arkadan seslenerek “Buyur gel Selim Usta, kusurumuza bakma,” dedi.

İçeri girip oturduklarında garip bir sessizlik oldu. Üçü de konuşmaya korkuyor, diğerinden bekliyordu sanki. Selim Usta sessizliği bozarak elindeki torbadan çıkardığı paketi Ayşe’ye uzattı: “Bak bakalım beğenecek misin?” Ayşe şaşkınlıkla uzanıp aldı, açmaya başladı. Gözlerine inanamıyordu. Elinde Mahmudunun gözleri gibi masmavi, kalplerle işlenmiş atlas bir yorgan duruyordu. “Mahmut olmasa da gözleri ve kalbi artık hep seninle!” dedi Yanık Selim Usta. Ayşe ne diyeceğini bilemedi. Yorgana sarılmış, gözlerinden boşalan yaşlarla öylece bakıyordu adama… Annesi Ayşe’ye sarılırken,  “Sağol Selim Usta, zahmet etmişsin!” dedi, usulca. Yanık Selim hiç ses etmeden süzülerek çıktı odadan.

Haftalar geçtikçe köyü saran keder dağılmış, hayat gailesi galebe çalmıştı yine. Selim Usta da o gün her zamanki gibi erkenden dükkânı açmış, sağı solu toparlayıp işine koyulmuştu ki Ayşe belirdi kapıda. Yanık Selim şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi, “Buyur Kızım!” dedi sadece… 

Ayşe hiç sesini çıkarmadan yorgan tezgâhı üzerine çıkarak duvarda asılı duran hallaca uzandı. Kaptığı gibi yere bağdaş kurarak pamukları dövmeye başladı. Minik pamukçuklar uçuştukça kederi de uçup hafifliyordu sanki…