Atasının öldüğü an tahta geçirdiler gencecik yeni seneyi. Eskisinin ölümü kutlandı, yenisinin eskisinden daha iyi olması için dilekler tutuldu, kadehler tokuşturuldu, şarkılar söylendi, sarhoşlar yollara kustu, bense beni bıraktığın yerde öylece bekledim. 

Gittiğinden beri kaç yeni senenin kocadığını gördü bu gözler, kaç krallık yıkıldı, kaç sınır yeniden çizildi, kaç kişi öldü, kaç kişi gitti ve gidenlerin kaçı geri döndü. Sen dönmedin, bense beni bıraktığın yerde beklemeye devam ettim. 

Önce deli dediler bana. Küçük çocuklar karşıma geçip alay ettiler, büyükler başta benimle eğlenirken giderek korkar oldular. Deliliğim diyarlar arasında duyulunca değerli oluverdim sonraları. Gözlerimin, gittiğin yere sabitlenen gözlerimin öteleri gördüğüne inandılar. Bana sorular sormaya başladılar:

“Bu yıl ekinler bol olacak mı?”

“Yağmur yağacak mı?”

“Karım bana nihayet bir oğlan doğuracak mı?”

“Tanrılar bizi bağışlayacak mı?”

“Krallığımız bu savaştan sağ çıkacak mı?”

Her hareketimde bir anlam görüp bunu sorularına cevap saydılar. Bir süre sonra bana hediyelerle gelmeye başladılar.

“Sayende karım bir erkek doğurdu!” dedi kızıl sakallı adam.

“Savaştan galip çıktık!” dedi bir komutan.

“Tanrıların gazabı üstümüzden kalktı.” dedi birisi.  

Bana hediye olsun diye başımın üstüne bir çatı diktiler, kapıma da bir nöbetçi. “Kapılar açık kalsın,” dedim ben, olur da gittiğin yerden dönersen seni görebileyim diye.

Sonra bir gün gri bulutlar geldi kapladı gökyüzünü. Yıllardır yağmayan yağmurlar döndü toprağımıza. Sular sel olup aktı, kızıl saçlı adamın tek erkek evladını, güçlü komutanın büyük bedenini, ekinleri kattı önüne götürdü. Yağmurlar döndü ama sen dönmedin, ben olduğum yerde beklemeye devam ettim. 

Yağmurlar istediklerini ellerinden alınca bu kez kapıma dayanıp hesap sordular bana. “Neden?” dediler hep bir ağızdan. Hırpalandım. Beni sürükleyip atmak istediler ama yerimden kımıldamadım. Seni beklerken kök saldığım toprak korudu beni. Ayaklarıma tutunmuş, beni bırakmayan toprağa bakıp korkuyla ağlamaya başladılar. “Affet bizi! Bağışla!” 

Sonra her yağmur yağdığında kapıma gelip dualar etmeye, “Yağmurların gazabını taşıyan, toprağın sevdiği,” diye çağırmaya başladılar, beni. “Suchi!” dediler. “Suchi! Bizi kutsa!” Adıma adanan adakların kanları oluk oluk akarken sokaklardan, kızıl ayak izlerinde seninkini aradım, sen gelmedin. 

Seni beklerken gencecik seneler kocadı gitti. Bir gün yeni bir kral gelip bizimkinin kellesini kazığa geçirdi. “Buralar artık benim!” dedi.  Yanında getirdikleri tanrılara ev yapmak için en kutsal yer neresidir diye sordular köylülere.  Köylüler benim evimi işaret etti sessizce. Sonra evimin her yanı yeni tanrılarla, onların evleriyle doldu. Hiç tanımadığımız bu tanrılar dile gelip “Biz eskiden de buralardaydık, sizler bizi unuttunuz ama biz bu toprakları unutmadık,” dediler. Tanıdığım krallar öldü, tanıdığım ekinler sofralarda yenildi, toza karıştı, tanıdığım bebekler büyüdü adam oldu, yeni bebekler doğdu, eski tanrılar geri döndü ama bir tek sen gelmedin. 

Eskiden burada olduğunu söyleyen yeni tanrıların evi hediyelerle dolup taşarken benim varlığım unutulup gitti. Ayaklarıma sarılı toprak giderek yükselip gövdemin yarısını kaplamaya başladı. Gövdemden minik bir filiz fırladı bir gün. Mahcup bir şekilde, minik gövdesini benimkinin üstünde yeşertmek için izin istedi benden. İzin verdim ona sırf seni beklerken yoldaş olsun diye bana. Sonra tanrıların evinde yaşayan, rahip dediklerinden biri gördü benim bedenimde yeşeren filizi. Kıyamet kopacak denildi, ağıtlar yakıldı, kurbanlar kesildi, bebekler tütsülerle vaftiz edildi. Ama gövdemdeki filiz yeşermeye devam etti. Sonunda gitmeye karar verdiler. Tanrılarını da alıp geldikleri yerlere geri döndüler, sen bana geri dönmedin. 

Minik filiz büyüdükçe daha da kapladı bedenimi. “Sadece,” dedim “gözlerime dokunma, onlar beklediğim kişinin dönüşünü görmek için lazım bana.” “Tamam,” dedi minik filiz. Gözlerim dışında her yeri kapladı. Dalları tepemdeki çatıyı parçaladı attı. Dallar hasretini çektikleri güneşe kavuştu. Kıyametin kopmadığını görüp geri dönen köylüler evlerine kavuştu. Bir tek ben kavuşamadım sana. 

Toprak yarıldı bir gece ansızın. Büyük bir gürültü duyduk, evler parçalanıp çöktü. Köylüler, ekinler, hayvanlar telef oldu. Seneler ardına seneler kocadı gitti. Yeni krallar geldi, eskilerinin kelleleri kazıklarda sergilendi. Sonra köylüler krallara başkaldırdı. Ortalıkta hiç kral kalmadı. Seneler ardına seneler… Yüksek yüksek binalar yapıldı her yere. Etraftaki ağaçlar sökülüp atıldı. Toprak ağıt yaktı ama kimse sesini duymadı benden ve bedenimi kaplayan ağaçtan başka. Sonra bir gün benim karşıma dikildi birisi elinde büyük bir baltayla. Bir darbe indirdi ayaklarıma doğru. Acıyla haykırdım ama sesim çıkmadı. Gözlerimden acılı yaşlar boşaldı. Adam o zaman ağacın gövdesindeki gözlerimi gördü, korkup kaçtı. Ertesi gün bir sürü adam geldi etrafıma beni izlediler, notlar aldılar, birbirlerine telaşla bir şeyler anlattılar. Böyle böyle birkaç seneyi daha kocattıktan sonra etrafımı sarı bir iple çevirip gittiler.

Suchi derlerdi eskiden bana. Şimdilerde “Gözleri olan Ağaç” diyorlar. Meki yazıyor gövdeme iliştirdikleri soğuk levhada. Bir de efsane yazmışlar üstüne. “Tanrı bu ağaca iki göz vermiş etrafında olanı biteni görüp diğer ağaçların gözü olsun diye. Bu ağaç sayesinde diğer ağaçlar görmeseler bile suyun kaynağını kolayca bulurmuş, dalları güneşin nerede olacağını hep bilirmiş.”

Meki diyorlar bana. Gencecik âşıklar, sıkı dostlar, yeni tanışanlar, uzun zamandır kavuşamayanlar… Hepsi gelip dallarımın altında buluşuyor. Beklerken ağacın gövdesinde gizlenmiş gözlerime bakıyorlar. Göz göze geldiğimiz an kafalarını başka tarafa çeviriyorlar, çok geçmeden beklenen kişi görünüyor köşeden. Meki’nin altında kavuşup uzaklaşıyorlar. Sonra bir yenisi geliyor, elindeki kutudan yol tarifi yapıyor yüksek sesle “Hah! O kitapçıdan sonra sola döneceksin. Az ilerideki meydan kahvecisinin yanındaki gözleri olan ağacın altındayım ben. Bulamazsan kahvecide oturanlardan birine Meki nerede diye sor, göstersinler. Hadi bekliyorum.” Sonra kutuyu cebine atıp dönüp gövdeme asılı levhada yazan efsaneyi okuyor. Gözleri gözlerimle buluşunca kafasını hemen başka tarafa çeviriyor. Çok geçmeden beklenen kişi geliyor, kavuşuyorlar. Ben hâlâ seni bekliyorum.

Meki’nin altında herkes sevdiğine kavuşurken, ben bu kavuşmaları izleyip senin geleceğin günü bekliyorum. Bir kişi gözlerime biraz uzun baksa seni soracağım onlara. Ama kimse birkaç saniyeden fazla bakmıyor gözlerime, soramıyorum. Gece gündüz onlarca kavuşmaya şahit oluyorum, ama ben hâlâ gittiğin yerde seni bekliyorum. Gittin gideli çok değişti buralar, yerimi bulamazsan kahvecide oturanlara Meki’yi sor. Ben Meki, burada bekliyorum.