Büyük usta Ahmet Hamdi Tanpınar’a

 

Kulaktan kulağa, ne olduğu konusunda türlü çeşitli yorumların yapıldığı otuz üç katlı binanın bittiği fısıltısı yayıldı. Bir sabah, inşaatı çevreleyen perdelerin kalktığını gördük. Binanın bir yüzüneBaşkanın portresi asılmış, diğer cepheleri boydan boya ay yıldızlı bayrağımızla donatılmıştı. Binanın açılış günü Devlet, gövdesiyleoradaydı.  Önce, ilahi bir müzik yayıldı çevreye. Bu, koro eşliğinde “çalgısal” bir müzikti. İliklerimize kadar ürperdik. Sonra binanın her bir yüzünü kaplayan devasa poster ve bayraklar,yavaşça yerden yükselmeye başladığında, heyecanımız doruğa çıktı. Binanın dört cephesinde, Divriği Ulucamisinin muhteşem cennet kapılarının neredeyse tıpatıp aynısı,devasa kapıları göründü. Bunlar, şuurumuzun altında gizlenmiş özlemlerimizin sembolleri, Devletin Ulu Kapılarıydı.Bayraklar ve dev poster, tepede gözden kaybolup bina bütün ihtişamıyla ortaya çıkınca, dizlerimizin üzerine çöküverdik. Binanın dört köşesinden yükselen Osmanlı tarzı zarif lale sapları,  tepede kıvrılarak çatı hizasında yeni açılmış lalelerle son buluyor, sanki yukarıdan herkesi ve her şeyi izliyorlardı… Tüylerimiz diken diken oldu.Gelecek mutlu günlere açılan bu kapıların ihtişamına dayanamadık… Secdeye vardık!

O ara kürsüde dimdik duran Başkana baktım, siyah güneş gözlüğünün ardından memnun, mağrur ve mütebessim halkını seyrediyordu. Müzik sustu. Sıkıcı konuşmalar bitti. Başkan ve Devlet ricali, güneye bakan “Tek Devlet” kapısından içeri girdi.Sessizce kapanan kapıların ardındagözden kayboldular.Halk, akşama kadar belli bir mesafeden binanın çevresinde döndü durdu. O muhteşem kapılar bir daha açılmadı. Ne kuzeydeki “Tek Millet” kapısı, ne de diğer kapıların açılıp devlet ricalinin binadanayrıldığını görmedik.O günden sonra halk, her günbinanın çevresindeilahi müziğin büyüsünde, kısılmış gözleri, kıpırdayan dudakları ve kanı çekilmiş yüzleriyledolanıp durdu. Binanın artık, “Milli ve Manevi Değerleri Ayarlama Enstitüsü” olduğunu biliyor ve gurur duyuyorduk.

Gazeteci arkadaşım P. Çilo (Çillioğlu) ve ben hala işsizdik.Mermerci Kasım ve duvarcı Abdullah nasıl olmuşsa, asansör boşluğuna düşüp ölmüşlerdi. Tesisatçı Cumadan haber alınamamıştı. Belki o da inşaat sırasında ölmüştü.“Bir yudum nefes” diye direnen dostlarımız dakayıptı.O katliam gününden sonra, iriyarı ama henüz on yedisindeki cesurve sevimli Rüstem’in kaybı, dul anasını ve sürgündeki hemşire ablasını perişan etmişti.Rüstem’in(Zaloğlu lakabını biz verdik) yanından ayrılmayanCihangirli Çiroz Mustafa ve Mecidiyeköy’den Deli İbrahim de kayıptı.Sanki yok olup gitmişlerdi…

Bir gün, Çilo’dan gelen e-postayı okuduğumda gözlerime inanamadım. Gazetesinden kovulmuş biri olsa da, belli bağlantıları vardı. ”Doğru mu”dedim… “Doğru” dedi. “Geleceğe Not Düşmek” başlığıyla Çilo’ ya ulaşan gönderi, kelimesi kelimesine aynen şöyleydi:

“Kentin ortasındaki parkta hummalı bir çalışma başladı. Önce birkaç genç bir araya gelip karşı çıktık. Sonra kardeşlerimiz, bacılarımız ve analarımız yanımızda yer aldı. İnşaatı yapanlar aldırmadı; arkalarında Devlet gücü vardı.“Yeni bir direniş provası mı? Gülelim bari!” dediler. Yine de protestocular çoğaldılar.Dağıtmak için taktik aynıydı. Önce direnişçileri küçümseme, kışkırtma, sonuç vermezse, profesyonel kışkırtıcıları sızdırıp, medya yoluyla gösterileri çığırından çıkmış göstererek, gazla, silahla dağıtmak, böylece vatandaşı sindirmek.Öyle de oldu, bir gün aniden Emniyet güçleri şiddetle saldırdı.Bizi ezip darmaduman etti! Kimimiz öldük, kimimiz yaralandık ve birçoğumuziçeri atıldık.Tamelli iki gün gözaltında tutuldum.Ben, ne içeride nedışarıda resmen yoktum ve hala da yokum… Yazdıklarım da var olamaz!”

O saldırı günü, gazeteci arkadaşımla oradaydık ve biz kaçmayı başardık. Yüzlercesini alıp götürdüler…  Akıbetleri hâlâmeçhul! Kent günlerce çalkalandı durdu. İki hafta içinde etraf süt liman oldu! Çalışmalar kesintisiz devam ediyordu. İnşaata çalışan teknisyen ve usta arkadaşlarımız vardı. Duvar ustası Adıyaman’dan Abdullah, Zonguldak Çaycuma’dan tesisatçı Cuma ve Kastamonulu Kasım, mermer ustasıydı. Ne yazık ki oarkadaşlar,yaptıkları eseri göremeden ölmüşlerdi. Onlar bizim,“İşsiz-Güçsüzler” kahvehanesinden işli- güçlü arkadaşlarımızdı. Bizde onların “işsiz-güçsüz” arkadaşlarıydık. Arasıra, okumuşluğumuzu başımıza kakmaktan keyif aldığını düşündüğüm MermerciKasım, “Oğlum, bu memlekette iş bulmak için okur- yazar olmayacaksın…  Üniversite bitirmediğime şükrediyorum”der, tavlada mars olmanın hıncınısanki bizden çıkarırdı. Rahmetli yine de sıkıntımızı hisseder, üç- beş ne varsa cebimize sıkıştırıverirdi. Önceleri, kızarıp bozararak, yerin dibine batardık. Sonraları, kızarıp bozarmadık. Daha sonraları bir de baktık ki,mermerciden bunu bekler olmuşuz! İşte o an, bütün değerler çöktü… Kahretsin! Bu çöküntünün altından “umut” denen illetin, nasıl olup da hâlâ canlı kalabildiğine şaşarım…

Gönderi şöyle devam ediyordu:

“Sorgulamadan beni daracık bir hücreye tıktılar. Birden ter bastı. Boğulacak gibi oldum. Bağırdım. Kapıyı tekmeledim… Açmadılar. Ölüyorum sandım. Bacaklarımı uzatarak yere oturdum. Ellerim koltuk altlarında kenetli, sırtımı duvara dayayarak, uzunca bir süre sakinleşmeye çalıştım. Üşüyordum, sonra uyumuşum. Susuzluktan içim yanıyordu. Lavabo musluğunun yerinde kör tapa vardı. Bağırdım… Kapıyı yumrukladım… Tekmeledim. Gelen giden olmadı. Birden aklıma geldi… Klozetin pisuar musluğunu açtım, akıyordu. Oradan avucumla içtim. Gece yarısını geçiyordu. İyi ki takvimli saatimi almamışlardı.Üç gün gelen giden olmadı. Açlıktan midem kazınıyor, bağırmama, kapıyı tekmelememe aldırmıyorlardı… Ya da orada yoktular. Üçüncü günün akşamı, fare suratlı, ufak tefek bir yaratık, haşlanmış makarna getirdi. “Su musluğu yok. Su istiyorum. Kaşığı unutmuşsun… Tuvalet kâğıdı, battaniye getir” dedim, tınmadı. Sırıtınca, paslı kemirgen dişlerimidemi bulandırdı. İstediklerimi getirirdiye bekledim… Gelmedi. Ertesi günü aynı saatte yemek ve plastik bidonla su getirdi. Taleplerimi, sadece sırıtarak dinledi. Bu durum tam iki hafta sürdü.

Bir gün hücreme, üç gölge adam geldi. Beni alıp boş bir odaya götürdüler. Kapıyı üzerime kilitleyip gittiler. Odanın, kapısı dâhil duvarları kapitone plastik deriyle, yer halıyla kaplıydı. Aç ve yorgundum. Ayakta duracak halim yoktu. Bir köşeye kıvrılıp yattım. Gece yarısına doğru kapının gürültüyle açılması üzerineuyanıp ayağa fırladım. Gölge adamlar bu sefer beş kişiydiler. İçeri girip kapıyı kapattılar. Öndeki, elindeki cop’u avucuna vurup duruyordu. “Soyun”diye bağırdı. Dayak yiyeceğimi, işkence göreceğimi anlamıştım. Günlerce aç-susuz bırakmaları bu yüzdendi. O an karar verdim, ne olursa olsun dayanıp gıkımı çıkarmayacaktım. Soyundum. Üzerimde sadece donum kaldı. “Onu da çıkar!” Çıkardım. “Şimdi dön… Ellerini duvara daya.” Deneni yaptım. Elindeki cop’u kalçamda gezdirip “Güzelmiş!”dedi. Diğerleri güldüler. Sağlı sollu cop darbesiyle acıdan morardım. Nefesim kesildi. “Kızarınca daha da güzel oldu. Kıçın, kösnük şebek kıçına döndü” dedi. Hep birlikte güldüler.“Hadi arkadaşlar becerin onu” dedi coplu olanı.Kulağımın dibine kadar yaklaştı. “Sakın karşı koymaya kalkma yoksa copu dibine kadar sokarım!” İkisi fırladı. Sağlı sollu kollarımdan sıkıca tuttular. Her biri işe “Bismillah”diye girişiyor, işini bitiren, kollarımdan tutanla yer değiştiriyordu. Sonuncusu “Kanıyor” dedi. Diğerleri, “Demek bakireymiş” diye alay edip güldüler. Çıplak yürütüp tekrar eski hücreme tıktılar. Onlar gidince, sessizce ağladım. Ağlamamı durduramıyordum. Türü ne olursa olsun bu bir işkenceydi. Onların yanında ağlamamam tek tesellimdi.Bir müddet bu işkence sürüp gitti. Karanlıkta bir çift göz, bütün bu olan biteni, gizlice izliyordu.

Yine birgece yarısı geldiler, üç kişiydiler. Beni tekrar işkence odasına götüreceklerini sanıyordum. Biri hücreme girdi ve diğerlerine “Siz dışarıda bekleyin” dedi.Beni bir süre dikkatle izledi. Bakışlarında şefkat mi yoksa hinlik mi vardı bilemedim. Direkt gözlerime bakıyordu. Karanlıkta gözetleyen o bir çift gözü hatırladım. Tedirgin olup bakışlarımı indirdim. “Soyun” dedi. Soyundum. Ezici bakışlarından kafamı kaldırıp yüzüne bakamıyordum. “Ellerini duvara daya” dedi…Öyle yaptım ve bekledim. Ensemde hissettiğim nefesinin sıcaklığıyla ürperdim. Daha da sokuldu, arkamdan sarılarak göğüslerimi okşamaya başladı. Aniden elini tuttum… Vesonra dehşetle haykırmaya başladım. Ağlıyordum. Nasıl ki kahkahanın sesi vardır ama sözü yoktur… Öyle! Sözsüz… Küfretmeden, avazım çıktığı kadar bağırıyor, hıçkırarak ağlıyordum. Adam durdu… Bekledi ve sonraçekip gitti.

Ertesi günü beni başka bir yere aldılar. Yatağı, ayrı küçük bölümde tuvalet ve banyosu olan konforlu sayılacak bir odaydı. İyi baktılar. Dokuz ay boyunca sıkı bir eğitime tabi tutuldum. Artık karşımdaki insanın beyninde gezinebiliyor, hissettiklerini anlıyor, düşüncelerini büyük oranında okuyabiliyordum. Kulede yüzlerce uzman vardı. Milli ve manevi değerleri arızalı olanların değer yargılarını silip, yeni değerler yükleyebiliyorduk. Şimdi, o izleyen gözlerin sahibi gölge adam benim müdürüm. Ben onun birinci yardımcısıyım. O geceden sonra onu hiç görmedim. Ama gözleri hep üzerimde… Onu biliyorum. Milli ve Manevi Değerleri Ayarlama Enstitüsünün otuz üçüncü katında, özel dairelerde yaşıyoruz. Binadan çıkmak yok!

Dün çok tuhaf bir şey oldu. Çalışmaktan sırtıma ağrılar girdi. Kalktım… Esneme hareketleriyle kaslarımı gevşetmek için, kollarım ensemde, arkaya doğru gerilmiştim ki pat diye kapı açıldı.Oydu. Geldi önümde durdu. Öylece kalakaldım. O geceki gibi beni süzüyordu. Bu sefer bakışları belden aşağı pantolonumun fermuar bölgesine odaklıydı. İyice yaklaştı… Önümde diz çöktü. İki eliyle kemerime tutunarak yüzünü orama bastırdı. Bir yandan yüzünü sürtüyor, biryandan hıçkırarak ağlıyordu. “Tamam” dedim, “Ben de üzgünüm!” Kalktı, kararlı adımlarla odasına geçti. Ne yapacağını biliyordum ama karışmadım.”

İmza yerinde “Zaloğlu” yazıyordu. Anladık ki, Rüstem yaşıyordu… Buna yaşamak denirse tabii…

İşte o gün, Kulenin çevresinde olanlardan bazıları, binanın tepesinden bir karartınınyere doğru uçtuğunu fark ettiler. Bunun, siyah elbiseli bir adam olduğunu gördüler. Adam, mermer zemine hızla çakıldı. Görenler, çığlıklarını tutamadılar.Binadan bir hortum çıktı. Uzandı, ölü adamı içine çekip yerdeki kanları anında temizledi ve kayboldu. Görenler, hayal gördüklerini sanıp, ilahi müziğin eşliğinde tavaf edenlere karışarak, kulenin çevresinde dönmeye başladılar.

Güneş, kentin ufkunu kan kırmızı renge boyayıp, kızıllığın ardında usulca kaybolurken, kuzgun kargalar kulenin tepesinde çığlıklar atarak dönüyorlardı. Kalabalıktan biri kargalara bakıp “hayırdır inşallah!” dedi. Diğeri başını sağa sola sallayarak yürüdü. Bir başkası “cık cık” diyerek onu takip etti ve kalabalığın içinde eriyip gözden kayboldular.