Adam mikrofonlardan birinin kablosunu amfiye takıp boş gitar kılıfını sandalyenin önüne açtı. Öteki mikrofonu düzeltti. Son kez gitarının akordunu kontrol edip çalacağı parçaları gözden geçirdi. Sonra metroya giden alt katların birinde gelip geçen insanların saçlarına tatlı bir müzik takılmaya başladı. Bir insan yaptığı müzikle kendisine yabancı olanların hayatına ne kadar dokunabiliyorsa adam da o kadar dokunuyordu. Bazen bu güçlü dokunuşlar telaş içindeki şehir insanlarının ayağına dolaşıyor, onları tökezletiyordu. Bazense ufacık değişimler yapmak için müziğin bile gücü yetmiyordu. Ancak bunların hiçbiri adamın umurunda değildi. Şapkasını önüne eğiyor, her şeyden soyutlanırcasına kendisini sadece notalara ve yaptığı müziğin yankısına veriyor ve bundan mutluluk duyuyordu. Yalnızlığını, bohemliğini hüzünlü müzikleriyle süslüyordu.

Sonsuza uzayan metro koridorunda her akşam kendisi gibi müzisyenler için ayrılmış olan köşede iki saat boyunca şarkı söyledikten sonra pılını pırtısını toplayıp evinin yolunu tutuyordu. Gitar kılıfındaki bozuklukları, dinleyenlerden kendisine sunulan küçük birer hediye olarak kabul ediyordu. Evde bir şeyler atıştırıp televizyonun karşısında uyuyakalıyor, sonra yerel bir radyo istasyonundaki programına yetişmeye çalışıyordu. Gece 02.00 ile 04.00 saatleri arasında Radyolone FM’de yayınlanan “Metroman” adlı programda kimi zaman kendi bestelerini paylaşıyor kimi zamansa hâlihazırda var olan şarkıları kendi yorumuyla söylemeyi tercih ediyordu. Sorsanız, gecenin sessizliğinde iki saatlik imparatorluklar kurduğunu söylerdi herhalde. Uykusu gelmemişlerin ya da rüyaları kaçanların karanlık duvarlarına zararsız ve telaşsız bir örümcek gibi süzülüyordu her gece. Sesinin en güzel olduğu saatler bu saatlerdi. Çünkü ses en güzel haliyle sessizlikte belli ediyordu kendini ona göre. Hatta insan sadece müziğin değil kendi iç sesinin bile en güzel halini ancak sessizlikte duyumsayabilirdi. Adamın eve dönüşü sabah 5’i filan buluyordu. Sonra yine televizyonun karşısındaki kanepede öylece uyuyakalıyordu. Böyle bir rutin içinde saatlerce şarkı söylediğinden boğazına iyi gelmesi için nar suyu içmeye başlamıştı bir süredir. Nar suyunu metroya girmeden önce geçtiği ana caddenin öteki ucundaki bir büfeden alıyor, ta radyodaki programının sonuna kadar yanından ayırmıyordu. Rivayet odur ki, her gün bir küçük şişe nar suyunu yanına almadan şarkı söylemeye başlamıyordu artık.

Bu arada büfede vardiya sistemi vardı ve adamın akşam nar suyunu aldığı saatlerde onu hep aynı güzel kadın karşılıyordu. Adam kaç zamandır kalbini öyle bir kapatmıştı ki kadını görmüyordu bile. Ya da görüyordu da, görmemiş gibi yapıyordu. Ürkeklikti, tedirginlikti onunki. Kırgın geçen ve içinde aşk serpintileri olan bir hayatın dönüp dolaşıp onu getirdiği yer, büfedeki kadının yüzüne yansıyanlardan başka bir şey değildi. Sanki adam artık bir şeyleri sadece askıda bırakmaya yani zamanı tıpkı bir müzik gibi dondurarak kaygılarından arınmaya ve şimdiyi yaşamaya karar vermişti. Acaba hepimizin hayatında yer bulan küçük küçük intiharları adamın yaşama şekli bu muydu? Çünkü intihar dediğimiz şey şimdiye hapsolmanın öteki ismi olabilirdi, bilemiyorum. Kadın her defasında adamla konuşmaya, onun sesini duymaya çalışmasına rağmen bunu bir türlü becerememişti. Adam dudaklarından tek bir sözcük dahi çıkmadan nar suyu şişesini eline alıyor, parayı bankonun üzerine koyuyordu. Paranın üstünü alması gerekiyorsa biraz bekliyor, yoksa arkasını dönüp şapkası önünde, elinde amfisini koyduğu tekerlekli valizi ve sırtında gitarıyla çekip gidiyordu. İşte bundan dolayı da kadın adamın sesini duymayı hiç başaramamıştı. Sırf bunun için kimi zaman havanın güzelliğinden, kimi zamansa havanın soğukluğundan bahsetmesine rağmen adam kadının söylediği şeylerin hiçbirine cevap vermemişti. Hatta kadın bir ara adamın dilsiz olabileceğini bile düşünmüştü.

Adam tıpkı bir girdap gibi kadını kendi içine düşürmüşken kadınsa adamın sonsuz bir boşluğun içinde kaybolmuş yapayalnız bir adam olduğunu düşünmeye başlamıştı günden güne. Bir defasında adamı takip etmeyi bile düşünmüştü ama büfenin öyle çok müşterisi oluyordu ki, kadın ancak tuvalet ihtiyacı olduğunda terk edebiliyordu orayı. O da topu topu beş-on dakikalığına. Adam loş ışıkla aydınlanan metro merdivenlerine geldiğinde arkasını dönüyor, çok uzaktan kısık gözlerle kadına bakıyor sonra da aşağı iniyordu. Metro koridorlarındayken kadın büfede işine devam ediyor, adam gitarını ve amfisini toplayıp eve döndükten bir süre sonra kadın da eve dönmek için aynı metro istasyonunu kullanıyordu. Bir türlü olmuyordu. Kaderleri henüz kesişmemiş, birbirine yabancı iki şehir insanıydı onlar.
Kadının yalnızlık hususunda adamdan aşağı kalır yanı yoktu. Büfede nefes almaksızın çalıştığı gecelerin sonunda eve vardığında hemen uyumak istemiyor, o saatlerde televizyonda izlenesi bir şeyler olmadığını anladığındaysa radyonun başına geçiyordu. Sigara dumanının odaya ince ince doluşuna tanık oldukça hava alsın diye pencereyi açıyor, sokak lambalarının aydınlattığı kaldırımlardan geçen sarhoş naralarına kulak verdikçe efkârlanıyordu. Eski radyosunda sadece birkaç istasyon çekiyordu. Bunlardan biri de Radyolone FM’di. Ayaklarını uzatıp eline bir kitap alıyor, 02.00-04.00 saatleri arasında yayına başlayan ve en sevdiği program olan “Metroman”ın başlamasını bekliyordu. Uzun bir süredir günün yorgunluğunu atmak için bulduğu en güzel çözümdü bu. Adamın kadife sesi kadının tüm yalnızlığını bir bebek gibi kucaklıyor, onu okşuyor; buğulu sesiyse kış soğuğunda karanlık geceye doğru tüten bir baca gibi ellerini, gövdesini ve hatta içini ısıtıyordu.

Günler böyle geçip gidiyordu. Uzak dokunuşlar, sahte intiharlar, efkârlı geceler… Derken bir gün büfede nar suyunu yapan makine arızalandı. Adam metroya inmeden önce gelip de camlı tezgâhın içinde nar suyunu göremeyince telaşlandı. Çünkü aylardır yanında o olmadan şarkı söylememişti. Kadına baktı. “Nar suyu yok mu acaba?” diye merakla sordu. Kadın adamın sesini duyduğunda yoğun bir heyecan duymuştu duymasına da, nedense ses ona hiç yabancı gelmemişti. Bir an kendine gelip makinenin bozulduğunu, tamirde olduğunu ve bir hafta sonra geleceğini söyledi. Adam nazikçe teşekkür ettikten sonra çekip gitti. Kadının kafasına takıldı bu. Aylardır duymak istediği sesi duymuştu duymasına ancak bu sesi bir yerden hatırlıyor gibiydi. O bir hafta boyunca adam büfeye hiç uğramadı ama boğazı o nar suyuna öyle alışmıştı ki, müzik performansı etkilenmesin diye her ne kadar başka yerlerden almayı denese de, hiçbiri o büfeden aldığı nar suyunun yerini tutmuyordu. Kadın bir hafta boyunca sadece gece 02.00-04.00 arasında yaşıyordu sanki. Başka bir dikkatle, başka bir ruhla dinliyordu “Metroman”ı ve dinlerken hep o adamı hayal eder olmuştu. Ama emin olmak için adamı bir defa daha görmesi, onunla bir defa daha konuşması gerektiğini düşündü. Tam bir hafta sonra akşam saatlerinde adam büfeye geldi ancak makinenin tamiri geciktiğinden etrafta nar suyu filan yoktu.

Adam ayrılmak üzereyken kadın “Sen ‘Metroman’sın değil mi?” diye ani bir soru yöneltti. Adam durdu. Biraz afalladı. “Dolapta birkaç tane nar olacaktı. İstersen elimle sıkabilirim” diye devam etti kadın. Adam kafasını kaldırdı, şapkasını düzeltti. İkisinin de yüzünde zamanı bir an için donduran tatlı bir tebessüm belirdi.