Beyoğlu’nda bir kitapçıdaydım. Çeşitli dergilerin altında sıkışıp kalmış, elim kadar küçük bir şey dikkatimi çekti. Onu, oradan kurtarmaya uğraşıyordum. Rafta başka bir kitaba bakan genç bir kadının cep telefonuyla konuşmasından duydum. İçlerinden sadece birinin tutuklu olduğu Gezi Davası sanıkları için mahkeme beraat kararı vermişti. Genç kadının gözleri irileşti, kıvırcık saçları daha bir kabardı sanki. Güzel yüzü sevinçle aydınlandı. Her ikimiz aynı anda hem sanıklar için, hem de Gezi Direnişinin zaferine seviniyorduk. Tam o sırada ben de dergiyi yırtmadan çekip çıkardım sıkıştığı yerden. KİL-TAB-LET’ti derginin adı. Deprem enkazının altından bir can kurtarmış gibi gururlandım. Gezi Direnişi sanıklarının ve bu küçücük derginin, aynı dakikalarda özgürlüğe kavuşmalarından duyduğum tuhaf bir mutlulukla kasaya yaklaşıp uzattım dergiyi. Kasadaki kız gülümseyerek “Parasız fanzin efendim! Alabilirsiniz.” demez mi! O zamana kadar “Fanzin” diye bir şey duymamıştım. Bana göre o bir dergiydi. Cebime koydum sevinerek. Teşekkür ederek ayrıldım kitapçıdan. Otobüste, Beykoz’a gidene kadar okurdum nasılsa.

Mecidiyeköy’deki ilk duraktan bindiğim için oturacak yer buldum. Birkaç durak sonra otobüs hıncahınç dolup taşacak, dur- kalk çileli bir yolculuk başlayacaktı. FSM köprüsüne varamadık bir türlü. Kilitlendik kaldık. Ter bastı. Kabanımı çıkarırken dergiyi hatırladım. Cebimden çıkarıp karıştırmaya başladım. Hımm… İlginçti! İlk sayfalardaki “Türkan” başlıklı bir öykü dikkatimi çekti. İlk yarısı güzeldi öykünün. Hatta beni mi tarif ediyor diye düşünmedim değil. Ne olduysa o merdivenlerde oldu yine. Mühim olaylar hep merdivenlerde olurdu. Sergey Ayzenştayn’ın “Potemkin Zırhlısı” filminde, merdivenlerdeki o sahneyi kim unutabilir? Merdivenlerde Türkân’la karşılaşmaları iyiydi de… Sonrası! Hele hele çocukluğuna dönüvermesi bir felaketti! Kafamın tasını attırdı. Yazara neden sinirlendiğimi çok iyi biliyordum. Ne de olsa benim duygularımdan söz ediyordu. İçinde bulunduğu durumdan kurtulmanın yolunu, sorunlardan kaçmakta, görmezden gelmekte, onlara dudak büküp gülmekte buluyordu. Tutup buna da “Gülmek direnmektir!” diyordu. Yalnız kaçmakla kalmıyor, çocukluk dönemine sığınıyordu. Nereye kadar kaçacaktı? Çocukluk döneminden sonra, bebekliğine mi sığınacaktı? “Kaç bakalım… Kaç! Tabansız!” Öfke nöbetinde coştukça coşuyordum. Üstelik ölü trafikte, hareketsiz ve bunaltıcı bir otobüsün bütün yolcuları gibi ben de bunalıyordum. Yazara çatarak kendimi rahatlatacağımı mı umuyordum ne? “En son sığınacağın yer annenin mübarek rahmi… Ötesi yok bunun! Gerisi ölüm, yokluk ve hiçlik! Nereye kadar kaçacaksın ki?” İçimden diyordum bunları. Renk vermeden ya da vermediğimi sanarak söyleniyordum. Arada bir yakınımdaki yolcuların yüzlerine kaçamak göz atıp duruyordum; beni izliyor olabilirler miydi? Ya kendimi birden bire sesli konuşurken yakalarsam? Çok korktum ve hep korkarım bundan.

Beykoz’a geldiğimde hâlâ burnumdan soluyordum. Yerlisi olduğum için öyküde geçen yerleri avucumun içi gibi biliyordum. Yazar, orada bir yerde oturuyor olmalıydı. Onu bulabileceğime dair umudum, neredeyse kesin bir kanaate dönüştü. Merdivenlerden iz sürmeye başladım. Bulacaktım onu. Hesap soracaktım. Anlamlar tıkıştırılmış bir gülümseme, ha ha ha haylar, lay lay lay lom gülmeler… Hepsi bu muydu yani? Merdivenleri tırmandıkça öfkeme, hırslı bir detektifin iz sürme becerisi eşlik ediyor gibiydi. Her iki taraftaki merdivenler “Mezarlık Çıkmazı” sokağına varıyordu. Buraya açılan tek sokakta Türkan oturuyordu. Onu geçince, en sondaki binada oturuyor olmalıydı. Ön cephede kurulu iskelede çalışan birileri var mıydı hatırlamıyorum. Apartmanın açık olan giriş kapısının zil panosunda adını gördüm yazarın. Heyecanım doruktaydı! Sanki elimde Kalaşnikof var da, dairesine girip tarayacaktım adamı. Kendi şiddet kurgumdan kendim korkuya kapıldım. Dizlerim titremedi desem yalan olur. Merdivenleri çıkarken yavaşça, yüksek ses yoğunluğunda yayılan müziği tanıyordum. Mırıldanmaya başladım. Giderek öfkem yerini meraka bıraktı. Mendelssohn’un “Bir Yaz Gecesi Rüyası Uvertürü”nü kim çalıyordu? İkinci kattan üçüncü kata çıkarken iyice yumuşadım. Bir salyangoz yavaşlığında tırmanırken, hoparlörlerin titreşimini hissettim ayak tabanlarımda. Ürpererek titredim. Ve nihayet kapının önündeydim işte! İçeride müzik, neden bu kadar yüksek bir volümle çalıyordu acaba? Zile basıp kapının açılmasını ya da içeriden “Kim o?” diye seslenmesini bekledim yazarın. Ses gelmedi. Tekrar… Bu sefer daha uzun süreli bastım zile. Duyamıyordum. Zil sesi çıkmıyordu galiba. Kapı tokmağını vurdum üç kere üst üste.

Kapı açıldığında karşımda, Henri de Toulouse – Lautrec resminden fırlamış, zeki, hoş bakışıyla yüreklere sızıveren, Parisli zarif bir hanımefendi duruyordu sanki! Sol elinin ince uzun parmakları, omuzundaki şalın iki ucunu kavramış, sağ elinin parmakları, iri taneli, doksan dokuzluk tespihteki imamenin püskülleriyle oynuyordu. “Buyurun…” dedi meraklı bir bakışla beni süzerken. Sonra içeriye seslendi: “Hayatım, misafir bekliyor muydun? Cevap gecikmedi. “Hayır, Türkancım…” Birden bozguna uğradım. Panikledim. Müziğin yoğunluğu içinde zor duyulur sesle kekeledim: “ Kiltablet yazarı Beyle görüşmek istiyordum.” dedim. Ustaca bir reveransla tekrar buyur edince Türkan, içeri girdim, ardımdan kapıyı usulca kapattı. Masanın başında, yapmakta olduğu işten doğrulurken gördüm onu. Aksakalı ilginç, düşünceleri gibi karışık beyaz saçlarıyla bir adam, yakın gözlüklerinin üzerinden beni dikkatle süzdü. Bu karşılaşma, benim kadar onu da şaşırtmışa benziyordu. Gülerek “Sanırım aradığınız benim!” dedi. Tekrar söze başlayacaktım ki, Türkan Hanım yazara dönüp, ”Hayatım, senin bana söylemediğin bir oğlun mu var?” Adam, “Varsa eğer ben henüz onunla karşılaşmadım.” dedi, gözleriyle beni didiklemeye devam ederken. Türkan Hanımın kahkahası çınladı. “Ayol… Misafirimiz, oğlun kadar benziyor sana… Farkında değil misin?” Gülerek yanına gitti. Adamın yüzünü elleriyle zarifçe kavradı. Yüzünü, onun yüzüne yaklaştırarak: “Söylesene hayatım” dedi. “Hangisinden? Nalandan mı yoksa Meltemden mi?” Aynı anda dönüp göz kırptı bana. “Hayır… Hiç birinden değil, Şuşana’dan doğmayım.” dedim içimden. Ve bu benzerliğe kendim de şaşırıp kaldım. Türkan Hanım, biraz da konuyu değiştirmek için, “Bitirmişsin hayatım! Çok güzel olmuş. Ellerine sağlık!”

Masadaki bir yelek sırtı büyüklüğünde, dikdörtgen beyaz bir beze bakıyordu. Üzerinde kırmızı renkte “ARTIK UYANIP SİLKİNME ZAMANI” yazılıydı. Giyildiğinde sırtta durması için uçlarına, çaprazlamasına lastik askılar tutturulmuştu. “Giysene…” dedi yazar, “Bakalım nasıl duracak üstünde?” Yelek dövizi aldı Türkan. İki eliyle iki yanından tutup, ileriye doğru uzatarak dikkatle inceledi. “Güzel olmuş! Ben giyersem ben, sen giyersen sen göremezsin nasıl göründüğünü. İyisi mi misafirimize giydirelim, o zaman ikimiz de görürüz.” dedi. Bana dönerek, “Deneyebilir miyiz? Lütfen!” deyince kıramazdım elbette. Giyindim.

Kafa kafaya verip incelediler ve nihayet “Olmuş.” dediler. “İki döviz daha var.” dedi Türkan, “Bunları da deneyebilir miyiz? Afili bir manken gibi artarda ikisini de giydim. Mor renkte “GEZİNİN ONURLU DİRENİŞİNİ UNUTMA” diye uyarıyordu bizi. Üçüncüsünde “KORKMA… AÇ GÖZLERİNİ Kİ BEYNİNE IŞIK DOLSUN” diye, cesaret veriyordu. Mahcubiyetten yerin dibine geçtim. Ne ummuştum, ne buldum! “Neye niyet… Neye kısmet” deyimine uygun olarak kendimi, bu iki çılgının oyununa bırakıverdim. Şov da müzik de bitince aynı anda odayı, matkap zırıltısının dayanılmaz sesi doldurdu. Binanın mantolamasında işçiler çalışıyordu ve ben onları fark etmemiştim bile!

Pikaba başka bir plak koydu Türkan. Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisi gürlemeye başladı. Müziğin ahenkli dalgaları içinde batıp çıkarken, işaretle sormadan edemedim. “Ne olacak bunlar?” “Bak oğulcuk!” dedi Türkan, bunları giyip Pazar günü Beykoz’dan Paşabahçe’ye kadar yürüyeceğiz. Olsa olsa “Deli Türkan, kendisi gibi birilerini bulmuş diye gülerler önce. Sonra düşünmeye başlarlar. İki, durağan bir sayıdır. Üç ise, ucu açık ve eklemlenmeyi teşvik eden bir sayıdır. Biri daha gerek… Üçüncü sen olur musun?”

Renk vermedim ama bu iki kaçıkla yürüdüğümü hayal edince az kalsın “hayır” diyecektim. Sustum. “Hani” dedim, “Yazara kaçak güreşiyor diye kızıyordun? Ne oldu? Gördün mü kimmiş gözü pek aktivist? Devrimciliği, solculuğu kimseye bırakmayan palavracı korkak! Üzerine toz kondurmayan hızlı sosyalist seni! Nerede kaldı o afra tafran? Yazarı, neredeyse Kalaşnikof’la tarayacak kadar öfkelenen sen değil miydin? İki kaçık dediğin bu yaşlı insanlar senden daha yürekli değiller miymiş?”

Kaçacak yerim, saklanacak deliğim yoktu artık! “Elbette” dedim. “Neden olmasın?” Gittim, onlara sımsıkı sarıldım. Üçümüz birden, Dokuzuncu Senfoninin “Özgürlüğe Övgü” şarkısını bağıra çağıra söylüyorduk.