Bir varmış bir yokmuş, bir kışmış, bir baharmış… Ortasından Deniz-i Boğaz geçen, iki yakasında her mayıs pembe erguvanlar açan, güzeller güzeli bir kent varmış, adı İslambol olan. Yağız bir delikanlı yaşarmış bu kentte, ince uzun servi boylusundan. “Çutak” dermiş sevdiceği. Dillerinde keman anlamına gelirmiş. İçli bir çutak gibi, sevgi ve barış nağmeleri titrermiş tellerinde. Sevdiceğine “Kuzu” diye seslenirmiş.

Delikanlı, bir Kuzusuna çok âşıkmış, bir de erguvanlarına bu şehrin… Yakınında bir yerde bir erguvan açsa, görmese de bilirmiş! “Burası erguvan kokuyor!” dermiş arkadaşlarına. Dalga geçerlermiş onunla. Lakin çok geçmeden sokağın başını dönünce hep birlikte, bir erguvan bitiverirmiş önlerinde, silme pembe, muzip göz kırpan.

Diyeceksiniz ki hadi canım, hiç kokar mı erguvan! Ona kokarmış işte! Aşkın kokusu gibi dalıverirmiş burun deliklerinden. Bu yüzden olsa gerek, Kuzusuyla aşkları da erguvanla başlamış. Kuzu zaten içten içe yanıkmış. Çutak da hiç boş değilmiş, hani! Tatlı nağmeler esermiş bakışlarında.

Günlerden bir mayıs sabahı Deniz-i Boğaz’ı gezdirmek istemiş Kuzusuna. Atlamışlar seyir vapuruna. Bir o yaka, bir bu yaka, gezinmişler engin mavi sularında, sabahtan akşama. Bu güzel kent için yazılmış şiirleri okumuş yol boyunca. Her bir noktayı anlatmış tek tek, bildiği bütün hikâyeleriyle. Sevdiceği de öğrensin istemiş, o ne biliyorsa.

Vapur, Beykoz’a varınca, ne görsün?! Bağırmış avazı çıktığı kadar: “İşte bunlar Erguvan!” diye. Açılmış kolları alabildiğine, uçup gidiverecekmiş sanki Çutak! İşte o an kalbinden vurulmuş Kuzusu, bu yağız delikanlıya. Delikanlı da ona! Erguvana âşık bakışları Kuzusununkileri bulunca, düşmüşler sonsuz bir aşkın kucağına. Erguvan pembesi oluvermiş yanacıkları, mahcup dönmüşler kendi içlerine.

Yanıp tutuşurlarken erguvanın pembe ateşinde, Kuzusu var yok daha 16,  Çutak ise 20 civarı… Her âşık gibi yuva kurmak istemişler bir zaman sonra. Lakin Kuzunun babası pek yamanmış! Başlık parası isterim illa diye tutturmuş.  Nuh demiş, peygamber dememiş!

Çutak, az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, lakin bir türlü denkleştirememiş. Kuzu da dayanamamış, isyan etmiş. Varmam ben ondan gayrısına, bürünürüm karalara, ölene dek kalırım başına, diye resti çekmiş. Yine de babasını ikna edememiş.

Gel zaman git zaman olanlar Ulu Dedenin kulağına kadar gitmiş. Kalkmış gelmiş hemen, korumuş manevi evladını: “Onurlu bir gençtir o, parayı bulur verir sana amma ömür boyu borç öderler sonra. Razı mısın kızın borç batağında yaşasın? Ben vereceğim parayı, söyle bakalım kaç altın eder?” demiş.

Kuzunun babası afallamış: “Aman efendim, ne demek?!” diye kekelemiş. Ulu Dede “Ne anlıyorsan o!” diye kükremiş. Baba hemen toparlanmış, “Mademki sen kefilsin, gerçekten seviyor demektir kızımı bu delikanlı! Verdim gitti öyleyse, ben de!” deyivermiş.

Bunu duyan Kuzu ile Çutak’ın her yanını erguvan sarmış. Önce çiçeğe bürünmüşler pembe mi pembe, sonra yeşile dönmüşler her bir yaprağı kalp şeklinde. Tir tir titremiş yürecikleri sevinçten. Yuvasız kuşlar gibi bir o erguvan bir bu erguvan dolanıp dururlarken, konacak bir yuvaları olacakmış onların da artık!

Ne diyelim, onlar ermiş muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine! Mi?! Olur mu hiç öyle şey? Bırakır mı sizce âdemoğlu?

Zorluklarla boğuşmuşlar hayat boyu. Yine de sonsuz aşkları korumuş hep onları. Sıcacık bir yorgan gibi sarıp sarmalamış sevgileri tüm tasa ve dertlerini. Üç çocukları olmuş. Kol kanat germişler bütün güçleriyle. Yuvasız bir sürü yavruya da sahip çıkmışlar. Bakıp büyütmüşler, meslek sahibi etmişler.

Tam da çocukları büyümüşken, Çutak tutturmuş illa da bir çocuk daha isterim, diye. Kuzu şaşkın! Delirdin mi sen, demiş. Hem yaşları geçmiş, hem de hiç kolay değilmiş, onca yoksunluk varken. Hayır, olmaz asla demiş, kestirmiş atmış. Lakin Çutak tutturmuş bir kerre! Bakmış ki Kuzusu kızıyor iyice, çıkarmış ağzından baklayı.

Yüzünde muzip bir gülümsemeyle, bu çocuk başka demiş: “ Bir neşriyatımız olsun isterim, iki dilde. Meramımızı hele bir de bu yolla anlatalım, belki çare oluruz ikiliklere.” Kuzu, ha şunu desene demiş, varım elbette! Adını merak etmiş. “AGOS” demiş Çutak: “Sabanla açar, fide dikeriz ya, o çukur işte! Hem iki dilde de manası aynı… Toprağı açıp ekelim tohumlarımızı, bakarsın filizlenir, bereketli gelir, büyür gider çocuklarımızla…”

Vermişler el ele, başlamışlar çocuğu büyütmeye. Ne var ki çok zorlamış bu iş onları. Az olunca dilin yaşadığın yerde, duyulmazmış sesin öyle kolayından, anlamazmış kimse derdini. Ne kadar uğraşsalar da, zormuş kırmak yargının önde gidenlerini.

Gel zaman git zaman o diyarda bilinir olmuş AGOS ve dahi Çutak. Kulak verilir olmuş seslerine, sevgi ve barıştan geçen deyişlerine. Bakmışlar ki bu sevgi tohumları tutacak, yeşil güzel filizler olacak, erguvan misali pembe muzip açacak, işlerine gelmemiş elbette kraldan çok kralcıların! Kumpas kurulmuş hemen! En karasından alınmış karar!

Göz göre-göre, kulak işite-işite, adım-adım yaklaşmış kara karar, beyaz beresiyle, daha on yedisinde… Bir akşamüzeri AGOS çıkışında, sıkıvermiş üç talihsiz kurşunu, neresine geldiyse. Uzanıvermiş öylece yüzü kapak, boylu boyunca gamlı Çutak, ektiği tohumların beton caddesinde, tabanında pençesiyle. Kopmuş kemanının olanca telleri. O anda bir kuş yükselivermiş göğe, kan revan içinde!

Can havliyle uçmuş, uçmuş, taaa Beykoz’a varıncaya dek. Konuvermiş Ocak ayının kuru erguvan dallarına. Kızıla kesilmişler, o kanadıkça. Gelince Mayısta bahar, görenler şaşırmış, mor açmış Erguvanlar!

Bundan kelli dikkat eyleyin lütfen, Deniz-i Boğaz’da seyri sefer ederken, varsa eğer bir Morguvan, bilin ki “Bu keman neden sustu?” der, ağıt yakar.