“Bakacak yer kalmadığında belki de aramayı bırakmanın vakti gelmiştir” dedi yaşlı adam. Bunu söylerken elindeki şarap şişesini nazikçe okşuyordu. Kırmızı ateş tuğlalarıyla örülü duvarların yükseldiği çıkmaz sokağın sidik kokulu köşesinde, elindeki şarabın ırzına geçecekmiş gibi duran bir moruktan ders alacak değilim, dedi içinden. Bunu söylerken kafası o kadar güzeldi ki, sözcüklerin aklından değil de ağzından çıktığının bile farkında değildi. “Ben gidiyorum lan!” dedi, ciddi görünüyordu. Ayağa kalktı ama ne yöne gideceği hakkında en ufak bir fikri olmadığını fark edip yeniden çöktü olduğu yere. Bakacak yer kalmamıştı, belki de aramaktan vazgeçmeliyim diye düşündü. “Hadi oradan! Vazgeçmek benim kitabımda yazmaz, şimdi kalkıp aramaya devam edeceğim! Ama önce biraz uyumalıyım.” Yaşlı adam şişenin ağzını ağzına değdirdiğinde çoktan uykuya dalmıştı.

Streets of Philadeplhia’nın klibi gibi bir şeyler gördü rüyasında ve gözlerini açtığında şehrin yeni yıla tam da bu renklerin içinde uyandığını fark etti. Biraz yürüyüp atıştıracak bir şeyler bulmak için doğrulmaya çalıştı. Bu pek mümkün olmadı çünkü sol tarafı sızdığı kartonun üzerinden kalkmak istemiyordu. Aslında vücudunun yarısını hissetmiyordu bile. Üstelik boynu da tutulmuştu. Yaşlı adamı aradı kulaklarıyla, ses yoktu. Gitmiş olmalı dedi içinden. “Ya da ölmüştür, kim bilir!.. Umarım ölmüştür, sapık herif.” Sokağın girişiyle caddenin kesiştiği yere doğru baktı, birilerine seslenip yardım isteyebileceğini düşünüyordu. Birkaç köpek dışında kimse geçmedi. Başının çaresine bakacaksın aslanım dedi kendi kendine. Hep öyle olmadı mı? İlk iş olarak sol tarafını kartondan ayırması gerektiğine karar verip tüm gücüyle sırtüstü dönebilmek için çabaladı. Bunun için bütün vücudunu kasması gerekiyordu, en azından çalışan tüm kaslarını. Acı verici uğraşlardan sonra sonunda başardı, şimdi çevresinde yükselen kırmızı duvarların arasından gökyüzünü görebiliyordu. “Şansa bak” dedi, “Hava ne kadar da güzel, gökyüzü masmavi ve güneş parıldıyor.” Bir müddet öylece yatması gerektiğine karar verdi, kan dolaşımının yeniden başlaması için buna ihtiyacı olduğunu biliyordu. “Tıpkı kertenkeleler gibi” diye mırıldandı. “Keşke şu duvarların arasından azıcık güneş ışığı da gelebilseydi” dedi ama henüz sabahın körüydü ve bunun için öğlene kadar beklemesi gerekebilirdi. Buna değmeyeceğine karar verdi, “Bedenim laf dinlemeye başlar başlamaz uzarım buradan” dedi. “En kötü karar kararsızlıktan iyidir” dedi yaşlı adam yattığı yerden… “Ve ölmedim bok herif!” “Harika” dedi sırtüstü yatarken, “Bu gerçekten harika.”

Açık bir pencereden süzülüp, birkaç bina ve birkaç tel örgü aştıktan sonra burnuna kadar gelen taze kahve kokusunu ciğerlerine çekip, “Tanrım” dedi “Bazen gerçekten benimle alay ettiğini düşünüyorum ama biliyor musun seni anlıyorum. Sonuçta pek de iyi bir insan sayılmam, yaptıklarımın bir karşılığı olmalıydı değil mi? İyilik yap – iyilik bul meselesi. Sorun şu ki Tanrım seni seviyorum, gerçekten… Ama senin hakkında bilgisi olmayan bir sürü insan var ve itiraf etmem gerekir ki kuralların bu adamların pek de ilgisini çekmiyor. Yani neden onlarla uğraşmak yerine kafayı bana taktığını gerçekten anlamıyorum.”

“Çok güzel.” dedi yaşlı adam, “Şimdi de Tanrı’yla konuşuyorsun. Sırada ne var? Ağlayacak mısın yoksa?”

“Sen kapa çeneni! İstersen senin hakkında da birkaç şey söyleyebilirim ona. Şişelerle yalnız kaldığında neler yaptığını anlatmamı istemezsin sanırım.”

“Bunun ilgisini çekeceğini sanmıyorum” dedi yaşlı adam, umursamaz görünüyordu. “Sonuçta özel hayatında ne yaptığın seni ilgilendirir.”

“Saçma! Özel hayatında seri katil olman ya da şişelerle sapıkça şeyler yaşaman herkesi ilgilendirir. Tanrı’yı da bu işin dışında tutamazsın. Biliyor musun aslında seninle konuşmak istemiyorum. Neden kendine ölmek için şöyle manzaralı bir lağım ya da köprü altı bulmuyorsun?” Yaşlı adam hâlâ umursamaz görünüyordu, cevap vermedi. Bu sırada caddeden geçen gürültülü bir kamyonetin sesi doldurdu çıkmaz sokağı. “Hay ben senin! Kulaklarımı mahvettin seni orospu çocuğu!”

Yaşlı adam gülmeye başladı. “Gerçekten çok iyi” dedi gülmeye devam ederek. “Eminim Tanrı bu küfürlerden sonra senin ne kadar erdemli biri olduğunu anlamıştır.”

“Herkes küfür eder.”

“ Hayır ufaklık, herkes küfür etmez” dedi yaşlı adam. Bunu söylerken keyfi yerinde gibiydi. “Özellikle senin gibi başı sıkıştığında Tanrı’yı hatırlayanlar en azından dilekleri gerçekleşene kadar etmez ama sen pek zeki birine benzemiyorsun değil mi?!”

“Tanrı benim içimi bilir.”

Yaşlı adam daha da keyiflendi, “İşte bu konuda haklısın. Tanrı herkesin içini bilir ve sen ufaklık, aptal olduğun kadar kötü bir adamsın. Bu yüzden Tanrı’nın seni ciddiye alacağını sanmıyorum, üstelik hakkımda söylediklerine de inanmayacaktır çünkü onun gözünde itibarlı bir şahit bile sayılmazsın.”

“Tamam. Bu konuyu kapatalım artık. Zaten her yerim ağrıyor ve kımıldayamıyorum bile.” Bir an vücudunun hiçbir yerini hareket ettiremediğini fark etti. “Ne oluyor? Neden kımıldayamıyorum?”

Elindeki şişeyi havaya kaldırıp “İşte bu!” dedi yaşlı adam. Keyifle şarabını kafasına dikip elinin tersiyle ağzını sildi. “İşte Tanrı’nın adaleti!”

“Ne demek istiyorsun?”

“Açık değil mi? Eğer neden felç olduğunu merak ediyorsan O’nun çalışma biçimini hiç anlayamamışsın demektir ufaklık!” Bunu söylerken kahkahaları kırmızı tuğlalı duvarlarda yankılanıyordu.

Genç adam bir an paniğe kapılarak bir şeyler denemeye çalıştı, işe yaramıyordu. Küçük bir saç telini bile kımıldatmayı başaramadı. “Senin yüzünden, pis moruk!” diye haykırdı öfkeyle. “Sen olmasan şimdi sıcak bir yatakta çırılçıplak uyuyor olabilirdim!”

“Demek sıra yine bana geldi” dedi yaşlı adam. “Ne o? Tanrı’yla ufak bir sorun yaşadın galiba!”

“Şuradan bir kurtulayım göstereceğim sana Tanrı’yı!”

“Evet… Evet… Bunun için önce hareket etmeyi beklemelisin” dedi yaşlı adam, elindeki şişeyle genç adamı işaret ederek. “Her neyse benim biraz uyumam gerek, sen de bu sırada sırtüstü uzanıp keyfine bak.”

“Uyumak mı? Bana yardım etmeyecek misin yani?”

“Sana neden yardım edeyim ufaklık? Sonuçta her şeyi kendi başına halledebilecek birine benziyorsun. Üstelik az önce beni açıkça tehdit ettin.”

Güneş şimdi duvarlardan birinin gölgesinin, diğerinin tepe noktasından biraz aşağıya doğru inmesine yetecek kadar yükselmişti. Genç adamın yattığı çıkmazdan duyulan motor sesleri sıklaşmış, hayat günlük rutini içinde hareketlenmeye başlamıştı. Kendi denklemleri ve çözümsüz sorunlarıyla uğraşan milyonlarca insan evlerinden, sokaklara, caddelere ve meydanlara akıyor, sistemin kara kutusu tüm olan biteni kayıt etmeye devam ediyordu.

“Keşke…” dedi genç adam “Hakkımda iyi şeyler söyleyebilecek birileri olsaydı. Yani sonuçta hepimiz öleceğiz ve en azından cenazene gelebilecek birkaç kişi olsa fena olmazdı.”

Yaşlı adam yattığı yerden kalkmadan bir şeyler mırıldandı. “Biliyorum” dedi genç adam, sesi üzgün gibiydi. “Bunları düşünmek için biraz geç kaldım ve çok fazla kalp kırdım. Eğer tüm bu olan biteni değiştirebilme fırsatım olsaydı hiç düşünmeden yapardım. Yani şu filmlerdeki gibi bir makine olsaydı mesela, anlıyor musun? Hani zamanda geri dönebilmeni sağlayan türden…”

“Anlaşıldı” dedi yaşlı adam yattığı yerden doğrularak. “Sanırım günah çıkarmak istiyorsun!”

“Bana bak, ben ciddiyim ve bununla dalga geçmezsen sevinirim” dedi genç adam. Yüzünden oldukça hassas olduğu okunabiliyordu. Etrafta dolaşıp çöplerden yiyecek bir şeyler bulmaya çalışan birkaç fare bile bir anlığına durup genç adamı dinler gibi oldu ama bu da pek uzun sürmedi.

Yaşlı adam ciddi görünmeye çalışarak “Tamam. Seni dinliyorum o halde” dedi “En büyük pişmanlığını anlat bana.”

“Bu pek kolay olmayacak. Yani o kadar çok var ki, hangisi en büyüğüydü? Bunu düşünmem lazım.” Genç adam olduğu yerde ölü bir balık gibi yatarken gözlerini diktiği gökyüzüne odaklandı. “Bir kız vardı, sanırım yirmi beş yaşlarında filan olmalı yani o zamanlar diyorum. Yaşasaydı şimdi… Her neyse bana çok âşıktı be moruk. Öyle seviyordu ki, yanımdayken sürekli, hani bilirsin beni mutlu etmeye çalışırdı. Gözleri mesela, konuşurken gözlerimin içine bakardı, tıpkı bir çocuk gibi. Şarkı söylemeye bayılırdı, pek güzel sayılmazdı ama bana kendimi bir kral gibi filan hissettirirdi anlıyor musun!”

“Peki ne oldu o kıza?”

“Kendini öldürdü. Yani bunu bilerek mi yaptı bilmiyorum ama bir otelde buldular onu. Kendi kusmuğunda boğulmuş. Dozu ayarlayamamış dediler.”

“Enteresan. Tıpkı şu orta yaşı göremeyen rock yıldızları gibi yani.”

“Kim?”

“Boş ver, devam et sen.”

“Bu işte. Bu kadar.”

“Nasıl yani? Hepsi bu mu? Yani uyuşturucuyu ona sen mi verdin?”

“Saçmalama moruk, ben o boka elimi bile sürmem.”

“O halde sorun ne? Ben anlamadım.”

“Aşk moruk. Onu öldüren aşktı, damarına vurduğu o şey sadece bir araçtı anlıyor musun? Bana yalvardığını hatırlıyorum, ayaklarıma kapandı onu seveyim diye ama ben geçeceğini söyleyip saçını okşadım sadece. Yani o zamanlar ne bileyim…”

“Değiştiğini mi ima ediyorsun? Dün gece pek öyle görünmüyordun da…”

“Senin ne düşündüğün kimin umurunda! Bi halttan anladığın yok! Ben de durmuş sana içimi döküyorum.”

Yaşlı adam gülümsedi. “Bence ikimiz de değişmediğini biliyoruz ufaklık, istediğin kadar küfredebilirsin ama bu bir şeyi kanıtlamayacak.”

“Kapa çeneni dedim sana!”

“Tamam, kapıyorum ama sana bir şey sormama izin ver. O kız şimdi karşına çıksa ne söylemek isterdin?”

“Nasıl yani? Yaşıyor olsa ve karşılaşsak gibi mi?”

“Evet, aynen öyle.”

Kırmızı tuğlalı duvarların üzerini örten siyah ipekten bir sessizlik, çıkmaz sokağı bir anlığına karartırken ince topuklu ayakkabıların ritmik tıkırtısı caddeyle sokağın birleştiği yerden köşedeki genç adama doğru yaklaşmaya başladı. Geçmişten gelen soluk tenli ve yanakları çökmüş bir hayalet, göz altı torbaları ve kararmış parmak uçlarında tuttuğu sigarasıyla başucunda durdu. Genç adam yüzünü seçemediği hayaletin kim olduğunu gayet iyi biliyordu ama aniden başlayan bu kâbusun etkisini saçlarının ucuna kadar hissettiğinde bir an korkudan bayılır gibi oldu.

“Bu imkânsız” diyebildi sessizce “Sen ölmüştün…”

Yaşlı adam şişeyi bir kez daha dikip koca bir yudum şarabı midesine indirdikten sonra “Harika! Demek ona ilk söyleyeceğin şey buydu. Çok duygulandım ufaklık.”

“Ama bu nasıl…” Genç adam neler olduğunu anlamaya çalışırken, hayalet ona doğru eğilip sigarasını silikonlu kızıl dudaklarına götürdü ve derin bir nefes çekip yüzüne üfledi.

Genç adam kadının nefesindeki iğrenç kokuyu istemeden de olsa ciğerlerine çekip bunun ölümün kokusu olduğunu düşündü. Kızın hayaleti sonunda intikam için gelmiş ve kelimenin gerçek anlamıyla karabasan gibi tepesine çökmüştü. Kendini affettirecek birkaç söz düşünürken hayalet aniden bacaklarını genç adamın iki yanına atarak üzerine oturdu.

“Bunu görmek istemiyorum” dedi yaşlı adam iğrenerek ve arkasını döndü.

Hayalet elini adamın vücudunda gezdirmeye başladı. Tanrım diye düşündü genç adam bir ölüyle sevişmek istemiyorum, ne olur bana yardım et. Hayalet tüm şehvetiyle üzerine abanıp ceketini çıkardı önce, daha sonra gömleğin düğmelerini çözdü ve onu da çıkardı. Genç adam bir şeyler yapmak istese de felcin etkisi yüzünden hiçbir yerini kımıldatamıyordu. Hayalet kadın kendini yavaşça adamın ayaklarına doğru kaydırdı ve kemerini çözüp pantolonunu sıyırmaya başladı. Bütün bunları yaparken sigarası dudaklarının kenarında yanmaya devam ediyor ve duman hayaletin gözlerini yaktığı için hayalet işini tek gözü kapalı sürdürüyordu. Genç adam bari şu lanet sigarayı at diye söylendi kendi kendine. Kadın işini bitirdiğinde genç adamın üzerinde sadece külotu kalmıştı ve hayalet sakince üzerinden kalkıp genç adamın kıyafetlerini kucaklayarak geldiği gibi sessizce gözden kayboldu.

Genç adam arkasından “Seni lanet orospu!” diye söylenebildi “Kimliğim de cüzdanın içindeydi.”